Tasavvuf Nedir? İslam’da Tasavvuf Var mıdır?

بسم الله الرحمن الرحيم

Bismillâhirrahmânirrahîmbeş letafie ve nefs
Her hayrın ve şerrin yegane yaratıcısı kendisinden başka İlah olmayan Allahu Tealadır. O’nun eşi ve benzeri ve dengi yoktur. Herkese kuvvet ve hayat veren O’dur.  
 

SORU 1: Tasavvuf Nedir?

CEVAP:
Gerçek mana da tasavvuf Kuran ve sünnetin uygulamasından başka bir şey değildir.
Tasavvuf: Nefsi tezkiye ruhu kötü düşüncelerden tasfiye edip Allahın zikri ile tasfiye etmektir.
Tasavvuf yoluna tarik denilir. Çoğuluna ise Tarikatlar veya arapça turûk denilir.
Tarikatlar Nefis yolu tarikatları ve Ruh yolu tarikatları olmak üzere iki ana kola ayrılır.
Tarikat; Özetle Tasavvuf; Kuran ve sünnette emredilen ibadetleri yapmaktır. Bunlar, Namaz, Oruç, Hac Zekat, Cihat vs. her müslümanın yapması gereken ibadetlerdir. Bunlardan başka  zikir, hatem, rabıta vardır.
ZİKİR: Kuran ile emredilmiş bir ibadettir.
HATME: Nakşibendilerde vardır. Bunda da istiğfar, surei ihlas, inşirah, ve salavtı şerifeler okunur. Bunların hepsinin sünnette yeri vardır. Bunlara bidat diyen cahil ve ahmaktır.
RABITA: Peygamber ve salih kulları hatırlamak demektir.  Peygamberimiz “Peygamberleri hatırlamak ibadettir, evliyaları hatırlamak ise Allahın rahmetine sebeptir” buyurmuştur.
SOHBET: O da Peygamberimizin sünnetlerindendir.

Hadisi Kudsi de Buyruldu ki (mealen)
“Dikkat ediniz, her cesette bir kalb vardır. Kalbin içinde de bir fuad vardır. Fuadda dahi sır vardır. Sırda da hafi vardır. Hafide dahi ahfa var.. İşte benim nurum, o ahfadadır.”
(Hadîs-i Kudsî)

TASAVVUF, Allahu Tealanın rızasını kazanmak için nefsi her türlü kötü huylardan temizleyip kalbi, Allah’ın zikri ile cilalayıp nurlandırmak ve bu vesile ile taklidi imandan kurtulup tahkiki imana ulaşmaktır.. Bu duruma ulaşmak için ilk önce ehli sünnet itikadını öğrenip küfür ve şirkten korunmak, haramlardan sakınmak, farzları vacipleri ve sünnetleri Allah’a minnet duygusu ile uygulayıp şüphelilerden titizlikle sakınmak en elzem iştir.
Büyük mutasavvıf ve İslam alimi İmam-ı Gazali hazretleri tasavvufu şu sözlerle ifade etmiştir:
– “Tasavvuf, Peygamber aleyhisselamın bâtınıdır. Kim tasavvufu inkar ederse, o kimse Muhammed aleyhisselamın batınını inkar etmiş olur.”
İmam-ı Gazali hazretlerinin bu sözleri şu anlama gelmektedir:
Tasavvufu inkar etmek; Allahu Tealanın Evliyasına bahşettiği kerametleri, ilhamı, keşfi, yani; gönül gözü ile İlahi nurlar ve melekût aleminin seyrini ve ruhani zevkleri tatmayı inkar etmek demektir..
Tasavvufu inkar etmek demek; Peygamberlere gelen vahiy ve peygamberlerin meleklerle görüşmesi hakkında şüpheye düşmek anlamına gelmektedir..
Tasavvufu inkar etmek;
“Ey, Rabbine, itaat edip huzura eren nefis!” (Fecr/27),
“Rabbinden razı olup, Rabbinin rızasına ermiş olarak dön Rabbine.”(Fecr/ 28),
“(rızaya ermiş)Kullarımın arasına gir ve Cennetime gir.”(Fecr/ 29,30),
meallerinde ki ayetleri anlayamamaktır.

Tasavvuf: Peygamber Efendimizin; “Mûtû Kable En Temûtû.” mealen;
“Ölmeden önce, ölüm ötesinin sırrına eriniz”
hadis-i şerifinin sırrına erip ölüm ötesinin sırlarını, İlahi isim ve sıfatların nurlarını gönül gözü ile temaşa etme ve zevken tadarak yakin imana ulaşma yoludur.
İmam-ı Gazali Kimya-i Saadet’in 1.cilt 116. sahifesinde “Mûtû Kable En Temûtû.” hadisi şerifini şöyle izah ediyor:
“Bir kimse, tasavvuf yolunun başlangıcında, kötü duygularından arınır ve uzaklaşırsa, ahiret hallerini zevkle müşahede etmeye başlar. Başkalarına ölümden sonra görünen haller, o kimseye ölmeden önce yaşarken gösterilir. Bu halleri gören kimse, şehadet alemine(görünen alem) dönünce, gördüklerini başkalarına anlatması caizdir.”

Tasavvuf: Allahu Teala’nın (mealen):
– “Kalbler ancak Allah’ın zikri ile huzura erer.” (Ra’d/28) mealindeki ayetinin gereğince, kalbleri itminan edip iç alemde barış ve huzuru bulmak yoludur.

Tasavvuf: Peygamber(s.a.v.) Efendimizin;
– “Tehallaku bi ahlâkıllâh” hadisi şerifinin gereğince Allah’ın ahlakını sıkıntısız severek yaşayış yoludur.
Tasavvuf: Peygamber (aleyhissalatü vesselam) Efendimizin;
– “Essalâtü mi’râcü’l mü’minîn” (Namaz müminin mi’racıdır), hadisi şerfinin sırrınca her namazda ruhani mi’rac yapmanın yoludur.

Tasavvufta Fenafillah:

* Fena yok olmak demektir. Tasavvufta fena demek kişi mecazi varlığının hakikatte yokluk, hiçlik olduğu bilincine varmaktır. Fenafillah’da insan kendini öldürmez, nefse Allahu Tealanın İlahi isimlerinden bir ismin nuru tecelli ettiğinde nefs o İlahi ismin nurunun cazibesinden deli divane olur. O sevgiyle dünyaya olan düşkünlüğü yok olur haramlara hiç isteği kalmaz farzları aşk ile yapmaya başlar. Her Yaratılışı Haktan bilir ama iradeyi yok saymaz. Çünkü özgür irade ile seçim yapmamız da Allah’ın dilemesiyledir. Bundan dolayı sorumluyuz.

* Fena da ve bekada irade olmadığı için değil nefsin itiraz edeceği bir şey kalmadığı için itiraz yoktur… Fena ve Bekada ruhun gözü artık keskin, anlayışı yücedir.
* Fena için insanın isminin cisminin yok olması gerekmez. İtirazın kalkması için İlahi nurun kalbe tecelli etmesi yeter. Güneş doğduğunda her şey net olarak belirir şüphe kalmaz. Kalbe İlahi nur doğduğunda her emir zevkle yapılır haramlara eğilim yok olur. Bu durumda başkalarına yapılması veya terk edilmesi mekruh sayılanlar o sufiye haramdır büyük günahtır.

SORU 2: Kur’an’da Evliyanın Kerametine Dair Âyetler Var mıdır?

 CEVAP: Tasavvuf ve hadis münkirleri Kur’an’da açıkça belirtilmeyen şeyleri kabul etmeyeceklerini söylerler. Bu itikat onları sapkınlığa götürmektedir. Zira, ayette Allahu Teala bu Kur’an’ı Rasulullah’a indirdiğini ve O’nu insanlara açıklamasını emretmekte olduğunu bu kimselere hatırlatırız. Mezkür ayet-i kerime Rasulullah (sav) Efendimizin dini konudaki sözlerinin Kur’an’ın tefsiri olduğunu göstermektedir. Buna rağmen Kur’an’da gerek Eshab-ı Kehf’le ilgili ve gerekse hz. Meryem’le ilgili kerametler mevcut ayetlerde belirtilmiştir.

 Ashâb-ı Kehf Kıssasında Zikredilen Husus :

Onlara baksaydın görürdün ki, güneş doğduğu zaman mağaralarının sağ tarafına yönelir, battığı vakit de onların sol yanını kesip giderdi. Kendileri ise oranın geniş bir yerinde idiler. Bu, Allah’ın AYETLERİNDENDİR. Allah kime hidâyet ederse işte o, doğru yola erdirilmiş, küni de şaşırtırsa artık onun için hiçbir zaman irşad edici bir yâr bulamazsın. Sen onlan uyanık kimseler sanırsın. Halbuki onlar uyuyanlardandır. Biz onları gâh sağ yanma, gâh sol yanına çeviriyorduk. Köpekleri de mağaranın giriş yerinde iki kolunu uzatıp yatmakta idi. Üzerlerine tırmanıp da hallerini bir görseydin, mutlaka onlardan yüz çevirir, kaçardın ve her halde için, onlardan korku ile dolardı. Onlar mağaralarda üçyüz sene eğleştiler. Buna dokuz yıl daha kattılar.” (   Kehf, 17, 18, 25 )

Hz. Meryem’in kıssasında kuru hurma ağacının meyve vermesi ile ilgili âyet:

“…Hurma ağacını kendine doğru silk, üstüne derilmiş taze hurma dökülecektir.” (-Meryem, 25   )

Zekeriyya’nın (a.s.), Hz. Meryem’in yanına girdiğinde, O’nun yanında rızıklar bulduğunu; kendisinden başka kimsenin girmediği bu yerde   bulunan   erzakın nereden   geldiğini   Hz.   Meryem’den   sorduğunda : “Allah’ın indinden” cevabıyla ilgili âyet:

“…Zekeriyya ne zaman kızın bulunduğu mihraba girdiyse, O’nun yanında bir yiyecek buldu: “Meryem! bu sana nereden geliyor?” dedi. O da : “bu Allah tarafından, şüphe yoktur ki Allah kimi dilerse ona sayısız rızık verir” derdi.” (   Âli İmran, 37  )

Hz. Süleyman’ın veziri Asaf b. Berhiya’nın bir anda Belkıs’ın tahtını Yemen’den Filistin’e getirmesini anlatan kıssa :

Nezdinde kitaptan bir ilim bulunan zat: “Ben dedi, onu sana gözün kendine dönmeden (gözünü yumup açmadan) evvel getiririm.” (  Neml, 40 )

Kerametle ilgili Hadisi şerifler:

1-Hz. Ebu Bekir’in(r.a.) pek çok misafirine yemek verdikten sonra, artanların eskisinden fazla olduğu haberi.

2-Hz. Ömer’in (r.a.) Medine’de, minber üzerinde hutbe okurken, İslâm orduları komutanı Sariye’yi, düşman kuvvetlerinin kuşattığını görerek,” Ya Sariyel cebel”diye dağa çekilmesi için seslenişi ve Sariye’nin bu sesi çok uzaklardan işiterek yerine getirmesi hadisesi.

3-Hz. Osman’ın(r.a.) kendisini ziyarete gelenler içinde, birinin gözünde zina eseri bulunduğunu haber vermesi.

4-Hz. Halid b. Velid’in  (r.a.) zehir içtiği halde, hiç tesir etmemesi

    

SORU 3: İslamda Tasavvuf Nedir?

CEVAP : İslamda Tasavvuf: Bir mü’min, Kur’an ve Sünnet Yolu olan Ehl-i Sünneti (İslamiyete, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin anladığı ve öğrettiği gibi inanmak) öğrenip, sonra yasaklardan  haramları ve mekruhları, yapılması gereken bilgilerden  farzları, vacipleri ve sünnetleri öğrendikten sonra onlarla amel etmeye çalışarak, kâmil ve mükemmil bir rehberin vasıtası ile zikir, sohbet ve rabıta ile kalbi Allah’ın  sevmediği şeylerden temizleyip, kalbini İlâhi nurlar ve sırlara ayna yaparak süslemesi ve  bu sebeple gerçek Allah sevgisini zevken tadarak,  Allah’a inanmayan nefs-i emmaresinin, kalbine doğan ilahi ışığın zevkinden  etkilenmesiyle, dine muhalif nefsin Allah’a inanıp mutmainne mertebesine ererek ihlaslı bir müslüman olması durumuna İslamda Tasavvuf denir.

SORU 4: Tasavvufun kökeninin Hinduizm ve Budizme dayandığı iddia ediliyor. Hatta bazı kimseler Tasavvufun Budizmin Mahayana Mezhebinin dönüştürülmüş şekli olduğunu iddia etmektedirler Bu doğru mudur?

CEVAP: Gerçek bir tasavvufun ne Hinduizmle, ne Budizmle ve ne de eski Yunan felsefesi ile hiç bir alakası yoktur. Hakiki tasavvuf; sapık tarikatçıların ihdas ettikleri yanlış tasavvuftan da, bunlara bakarak hüküm çıkaran ve gerçek tasavvuftan bihaber mezhebsiz ve reformist yazar ve ilahiyatçıların iftiralarından da tamamen arı ve durudur.  Hinduizm, Budizm ve eski Yunan felsefelerinde, İslamda bulunan Tevhid inancı yoktur. Bu felsefelerde nirvana denilen “fena filmadde“(madde de yok oluş) vardır, reenkarnasyon(iyilik yapanların bu dünyaya daha iyi şartlarda yeniden geleceği, kötülerin ise, böcekler olara bu hayata tekrar döneceği) vardır. Tabiat güçlerine tapınmak olan şirk vardır. Gerçek tasavvufta ise, Allah’tan başkasını ilah edinmek şirktir. Kur’an ve sünnetin dışında ihdas edilen bir amelle amel etmek bid’attir. Bid’at ise büyük günahlardandır. İnançta bid’at ise, küfürdür.

SORU 5: İslam Tasavvufun Yeri Nedir?

CEVAP:  Tamamen Kur’an ve sünnete dayalı, Allah’ın rızası ve sevgisi tek amaç edinilen, nefsi kötülüklerden, kalbi masiva sevgisinden temizleyip Allah sevgisi ile süsleme yoludur. Gerçek tasavvufta Kur’an’a ve sünnete dayanmayan hiç bir amel ve inanç yoktur.

Allah’ı Zikir: Şeyhlerin taliblere zikir telkin etmesi Kur’an, Sünnet ve İcma ile sabittir. İşte delili: Kur’an’da zikir, mealen:
-“Ne ticaret ne de alışveriş onları Allah’ı zikirden, namaz kılmaktan, zekat vermekten alıkor
.” (Nur s.ayet 37)  Hadis-i şeriflerde zikir; İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel hz.leri meşhur Müsnedinde (Bu Müsned; Rasulullahın hadislerini ihtiva eden sahih bir hadis kaynağıdır.) şu rivayete yer verir:
-”Rasulullah(s.a.v.) eshabına hem tek olarak, hemde toplu olarak zikir taliminde bulunmuştur. Hz.Ali’den sahih bir senedle şöyle nakledilir: “Hz.Ali(r.a.) kulları Allah’a en kestirmeden götüren yolu peygamber(s.a.v.) efendimize sorunca, O şöyle cevap verdi:” Ey Ali yalnızken ve tenhada iken, Allahı zikret diye buyurdu.

SORU 6: Tarikat Nedir?

CEVAP: Tarikat, kâmil ve mükemmil bir rehberin gözetiminde nefsi kötülüklerden temizleyip ruhu, öte alemleri algılayıp yansıtacak saf ayna haline getirerek imanı taklitten kurtarıp aynel yakîne kavuşturarak, dinde ihlası elde ediş yoluna denir. 
İslami tarikatlar gerek Naşibendi, gerekse Kadiri ve sair tarikatlar olsun, Kur’an ve Sünneti hayata tatbik etmekten başka bir yol değildir. Bugüne dek  hangi hak tarikat dört hak mezhebin dışında bir yol edinmiştir? Yok böyle bir şey, olamazda. Varsa bunun dışında bir yol, o yol şeytanın yoludur. Eğer ki; ”Mademki siz Kur’an ve sünnete göre amel ediyorsanız, şu halde tarikata ve mürşide ne gerek var?” denilirse, cevap şu olur; Gideceğiniz adrese, yolu bilen kimse ile mi, yoksa kendi kendinize mi yola çıkarsanız, varılacak adrese daha kolay ulaşırsınız?  Rehbersiz kasap dahi olunmazken, ebedi hayatımızın istikbali ihmal edilebilir mi?
İmanda aynel yakîn, hakkel yakîn mertebelerine ulaşarak Allah’ın emirleri ve O’nun Rasulünün sünnetlerini severek yapmanın tarikat olduğundan haberi olmayan tasavvuf cahili bir kimse, putpereslik ve reenkarnasyon inancı üzerine kurulu olan Budizm ile İslami tarikatları birbirine karıştırmak çukuruna düşmüş bulunmaktadır. Budizm’de, Allah, Peygamber ve vahiy inancı yoktur. Ahiret, cennet, cehennem ve hesap vermek inancıda yoktur. Budistlerin “Nirvana” dedikleri, maddede yok olma mertebesinden başka bir amaçları da yoktur. Onun amacıda kişinin şu fani dünyada acı çekmesinden kurtulması için yapılır. İmamı Rabbani hazretlerinin buyurduğu gibi; onlar sadece nefsin sefasına kavuşurlar. Ahirette ise hüsran ve cehennemdedirler.

RUH YOLU TARİKATI

Nakşibendiliğin Kökü: Nakşibendi Tarikat-ı Âliyesinin temeli şu üç mürşidler silsilesi ile Peygamber (s.a.v.) Efendimize dayanır:
Birinci Silsile: Allahın Rasulü Muhammed Mustafa(s.a.v.)efendimizden Hz.Ali’ye(r.a), O’ndan Hz.Hüseyin(r.a.), O’ndan İmam Zeynel Abidin(k.s.),   O’ndan İmam Muhammed Bakır(k.s.), İmam Cafer sadık(k.s.), Ondan Musa Kazım(k.s.), Ondan İmam Ali Rıza(k.s.), Ondan Maruf-u Kerhi(k.s.),

  İkinci silsile: Hz.Ali’den hasan-ı basri’ye, Ondan Habib-i Acemi’ye Ondan, Davud-i Tai’ye, ondan Marufi Kerhi’ye Ondan Sırrı Sekati(k.s.), Ondan Cüneydi Bağdadi(k.s.), Ebu Ali Ruzbari(k.s.), Ondan Ebu Ali Katib(k.s), Ondan Ebu Osman Mağribi(k.s.), Ondan Ebul-Kasım Gürgani(k.s.), Ondan Ebu Ali Farmidi(k.s.)

Üçüncü silsile(Altın Silsile): Rasulullah(s.a.v.) efendimizden Ebu Bekir Sıddık (r.a.) efendimize, Ondan Selamı Farisi(r.a.) efendimize, Ondan Ebu Bekir Sıddık ‘ın torunu Kasım(k.s.), Ondan İmam Cafer-i Sadık efendimize, Ondanda üveysi olarak Beyazidi Bistami(k.s.) hazretlerine, Ondanda üveysi olarak Ebul Hasan Harkani(k.s.) hazretlerine, Ondan Ebu Ali Farmidi(k.s.) hz.lerine

Dikkat edilirse birinci silsilenin mürşidi İmam Ali Rıza hz.leri ile, ikinci silsilenin mürşidi Davud-u Tai hazretlerinden Marufu Kerhi hz.leri irşad icazetini aldıktan sonra, her iki yol kendisinde birleşerek sonraki mürşidlere silsile yolu ile  Ebul-Kasım Gürgani(k.s.) hz.lerine ve Ondan da    Ebu Ali Farmidi hazretlerine intikal ediyor. Ebu Ali Farimidi hz.leri  ise 3. Silsilenin mürşidi Ebul Hasan Harkani hz.lerinden de o yolun icazetini alarak her üç silsilenin feyzi  cem olarak kendinden sonraki mürşidlere intikal ediyor. Ebu Ali Farmidi hz.lerinden Yusuf Hemedani hz.lerine, Ondanda Abdul Halık Gucdevani hz.lerine, Ondanda malum silsile Şah-ı Nakşibenten İmamı Rabbaniye ve Halidi Bağdadiye kadar, ondanda zamanımızda yaşayan gerçek mürşidi kamil ve mükemmillere kadar uzanmaktadır.
Bu silsilenin hiçbir kopukluğa uğramadan Rasulullah(s.a.v.) Efendimize kadar uzanmakta olduğu görülmekle bu iftiracıların iddialarının asılsız olduğu açığa çıkmaktadır.

SORU 7: Şeyhlikten istifa ettiği söylenen medyatik bir kimse; “ALLAH, ALLAH” diye yapılan zikrin bid’at olduğunu iddia etmektedir. Doğrusu nedir?
CEVAP:
Âl-i İmran S. Ayet: 191 mealen: “O akıl sahipleri) öyle kimselerdir ki, ayakta, oturdukları halde ve yanları üzere (yaslanmış) oldukları halde Allahu Teâlâyı zikrederler ve göklerin, yerlerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler.”
Ahmed bin Hanbelin Müsned’indeki bir Hadis-i Şerifte mealen:”Yeryüzünde “Allah, Allah” diye zikredenler yaşadıkları sürece kıyamet kopmaz.”
Allah’ın Rasulu  (salat ve selam üzerine olsun) “Allah, Allah” diye zikrin yapılacağını buyuruyor, bu şeyhlikten istifa eden adam ise; “böyle zikir yapmak bid’attir” diyor. Bu adamın bu hadisi şeriflerden galiba haberi yok. Ki, öyle olduğu durumundan belli.  Peygamber (salat ve selam ona olsun) Efendimizin hadislerinden haberi bile olmayan adamlar çıkp bir fikir atıyor meydana ve etrafında bir topluluk oluşuyor. Bu çok vahim bir durumdur. Bu durumlardan zamanımızın müslümanlarının bir çoğu dünyaya fazla dalmalarından dolayı, din ilimlerini ne kadar ihmal edip bilgisiz kaldıklarını esefle anlamaktayız.

***
HATME-İ HACEGAN:

SORU 8: Hatmi Haceganın sünnette yeri olmadığı söylenmektedir. Bu iddianın doğruluğu nedir?
CEVAP: Hatme-i Haceganın sünnetteki delili ::

Ahmet bin Hanbel, Şeddat bin Evs’ten(r.a.) sahih bir hadis-i şerif kaydı ile şöyle rivayet eder:
Biz Rasulullah’ın (s.a.v) huzurunda idik, O: “Aranızda hırıstiyan, yahudi ya da şeriatın esrarına vakıf olmayan yabancı birisi varmı?” deyince , biz de: “Yoktur ey Allahın elçisi dedik. Bunun üzerine efendimiz kapının kapatılmasını emretti. Bundan sonra tevhid zikri  yaptık ve dua ile bitirdik..”

MA’RİFETULLAH:

SORU 9: Ma’rifetullah Nedir?
CEVAP: Marifet sahibi olmak, marifetullaha kavuşmak Allah’ın ihlaslı kulu olmak demektir. Tasavvufun gayesi, insanı marifetullaha kavuşturmaktır. Marifetullah, Allahü teâlânın zatını ve sıfatlarını tanımak demektir. Zatını tanımak, anlaşılamayacağını anlamaktır. Hazreti Ebu Bekr’in (r.a):
-“Allah’ın zatını idrak etmekten aciz olduğunu idrak etmek, gerçek idraktir.” ifadeleri konuyu çok güzel açıklamaktadır.
Allahu Tealanın sıfatlarını tanımak, mahlukların sıfatlarına benzemediklerini anlamaktır.
Bir kalbde iman olarak, iki zıt şeyin sevgisi bir arada olmaz. Yani; bir kimse hem Allah’ı, hem O’nun düşmanlarını aynı anda sevemez. Birini severse, öbürünün sevgisi gider. Ancak, sevilmesi haram olmayan şeylerin sevgisi böyle değildir. Bir kimse aynı anda hem çocuklarını, hem eşini ve dostlarını sever, hemde Allah’ı ve Peygamberini sevebilir.  İşte, marifetullahın meydana gelmesi, kalbin mâsivanın muhabbetinden kesilmesi oranında çoğalıp, kurtulması buna bağlıdır. Bu hususu şu haber-i sadık teyid etmektedir.  Bir gün Allahın Elçisi:
-“Bir kimse beni herkesten daha çok sevmedikçe onun imanı kemale ermemiştir.”diye buyurduklarında, Hazreti Ömer(r.a.):
-“Ya Rasulullah, seni nefsim hariç, malımdan evladımdan daha çok seviyorum.”dedi.
Bunu üzerine Peygamber(s.a.v.) Efendimiz:
-” Olmadı Ya Ömer . İmanın kemale ermedi.” diye buyurdular.
Bunun üzerine Hz.Ömer:
“Ey Allah’ın Rasulü seni artık nefsimden de daha çok seviyorum” dedi.
Allahın Elçisi:
“Şimdi imanın kemale erdi ya Ömer” diye buyurdular.
Görülüyorki bir kimsenin evladını, eşini ve dostlarını sevmesi, Peygamberini sevmesine engel olmamaktadır. Yeterki Allah ve Rasulünün sevgisi diğerlerinin önünde olsun. Devamlı üstünlük, Allahü teâlânın marifetinden dolayıdır. Hazret-i Ebu Bekir, marifetullah ciheti ile eshabın hepsinden üstündür. Eğer başka bir sahabi, marifetullahta Ebu Bekr-i Sıddık’tan daha üstün olsa idi, üstünlük onun hakkı olurdu. Bir hadis-i şerif meali:
-” Ebu Bekrin, sizden üstün olması, namaz ve orucunun çokluğu ile değildir. Onun kalbindeki Allah bilgisinin çokluğundandır. “ (Şevahid-ün-nübüvve)

SORU 10: BİR “BEN” VARDIR BENDEN İÇERÜ NE DEMEKTİR?

CEVAP: İnsanın içinde iki değil beş “ben” vardır.
Bunlardan birisi, kötü haberlerin doğumuna vesile olan şeytanların vesveseleri, ikincisi kötü isteklerini yineliyen heva-i nefis, üçüncüsü iyiliklerin kalbte doğmasına vesile olan melek, dördüncüsü güzel ve aklı-ı selim düşüncelere vesile olan Hak Tealaya âşık rûh, beşincisi İmam-ı Rabbani hazretlerinin “ADEM” (yokluk)diye ifade ettiği yokluğun ta kendisi olan, Allahu Tealanın hadisi kudside mealen; “İnsan Benim, ben insanın sırrıyım”diye buyurduğu Allah’ın emanetlerini yüklenen insanın kendisi vardır.
       İnsanın iç dünyasında bulunan bunlar, işin başında yoğurdun içinde yağ ile ayranın birbirine karıştığı gibi karışmış olduğundan, avam halk bunların herbirini diğerinden ayıramayıp bizzat kendisi sanmasından dolayı iç huzursuzluğundan bitab olur.
       Manevi sahada ma’rifet ilminden biraz pay alanlar ise, yoğurdu yayıpta ayranın yağdan ayrıldığını fark ettikleri gibi, içerdeki ajanları fark ederler ve bunların hepsinin Allah’ın imtihanı gereği, Allahu Tealanın bir isminin tecellisi ile oluştuklarını görürler. İşte o zaman kalbte, gönül huzuru denilen iç barış sağlanmış olur.

SORU 11: T A S A V V U F   YOLUNDA NASIL İLERLENİR?

CEVAP:
Kâmil ve mükemmil mürşid, ikinci binin müceddidi İmam-ı Rabbani hazretleri, tasavvuf yolunda ilerlemeyi özet olarak şöyle belirtiyor:
1- Yolun başlangıcında olanlar: Ehli sünnet üzere itikat ettikten sonra farzları vacibleri ve sünnetleri yapmakla birlikte, kamil ve mükemmil, mürşidler silsilesi Peygamber Efendimize kadar ulaşan, Rasulullah’ın ahlakına tam uyan bir mürşidden zikir talimatı aldıktan sonra sohbet ve rabıta ile..
2- Yolun ortasında olanlar: Çok çok Kur’an okumakla..
3- Yolun sonuna varanlar ise, Farz namazlarla birlikte onların sünnetleri ve çokca nafile namaz kılarak ilerlerler.

 SORU 12:    İ  L  Â  H  İ    A  Ş  K     N  E  D  İ  R ?

CEVAP:   Büyük Mutasavvıf Muhiddini Arabi hazretleri aşkı 3 kategoride açıklamıştır:
1. İlahi Aşk: Aşkın en ulvi olanı, Allah’a olan sevginin ileri derecede bulunmasıdır. Buna İlahi aşk denilir. Bu tür aşk, Peygamberlerde ve Evliyada bulunur. Bunlar, maşuklarının rızası için ateş denizine atılmaları gerekse, bunu büyük bir minnetle yaparlar. Bu durumda olan bir kimse, Kur’an ve sünnete tam tabi olmuştur. Bunlar başlangıçta sekr(sarhoşluk) içinde olsalar da, nihayette tam ayıklık içinde olurlar.
2. Ruhani Aşk; Bu da kendi arasında üçe ayrılır. Bundaki sevgi karşılıksızdır.
a-Birincisi, bir Peygamberi veya evliyayı Allah için sevmektir. Bu türün en ulvisi budur. Fenafişşeyh gibi. Bu tür aşk İlahi aşka köprü olabilir.
b- İkincisi, annenin çocuklarına olan sevgisi gibidir.
c-Üçüncüsü, Leyla ile Mecnun’un sevgisinin benzerleri gibidir ki, bunlarda asla şehvet ve menfaat yoktur. Sevdiğini kendisi için değil, sevdiği için severler. Bunların aşklarıda İlahi aşka köprü olabilir.
3. Hayvani Aşk: Bunlar kendisi için sevenler, karşılık bulamadığında kötülük yapmaya kalkanlar kimselerdir. Bu tür sevgi, hayvani aşka girer. Bunların muhabbeti, öküz ile ineğin muhabbeti kadardır.
Günümüzde “aşık oldum” diyenler, aşklarının hangi kategoride olduklarını buradan  anlayabilirler. Bu tür aşkın ilahi aşka asla yolu yoktur. O ancak; çıkmaz bir sokaktır.

Soru 13: M A N E V İ   S A R H O Ş L U K NEDİR?

CEVAP: Tasavvuf, bazı tasavvuf münkirlerinin tarif ettiği gibi, hayaller alemi değildir. Hazreti Mevlana: “Eşek rüyasında hiç Hindistanı görebilir mi? Hindistanı rüyada görebilmek için fil olmak gerekir. Zira Hindistan, filin anavatanıdır.” diyerek, bu yol akıl ve mantıkla değil aşkla aşmanın mümkün olabileceğini ifade etmektedir. Tasavvufta, keşif, keramet ve manevi zevk bulunur ama, tasavvufun amacı bu değildir. Tasavvufun amacı ihlası elde edip Allahu telanın rızasına ermektir. Haller ve keşifler zevkler amaç değil, araçtır.
      Tasavvuf yolundaki hallerin varlığı, Allah’ın kullarına bidayette bazı tasavvufi haller yaşatmasının hikmeti sebebi, tasavvufun rûhlara çekici gelmesi içindir. Şöyle bir misal verilebilir; Kötü arkadaşı sebebi ile yanlış yola gitmekte olan bir çocuğun büyüğü, o yolun tehlikelerinden o çocuğu alıkoymak için ona bazı sevdiği şeyleri vererek, onu o yoldan alıkoyması gibidir. Ruhun maneviyat yolundaki kötü arkadaşı ise, hiç şüphesizki nefs-i emmaredir. O yolun kötü adamları ise şeytanlardır. Ruhu helake çekmek isteyen kötülüğü emreden nefis, şeytanların dürtüleri ile bir takım maddi zevklerle, rûhu sonsuz felaketlere çekmek istemektedir. Nefsin bu yolda maddi cazibelelere kapılıp gitmesi durumu karşısında, Rabbimizin rûhumuza lutfettiği bazı zevkler sunulur. Bunun sebebi hikmetiyse, rûhun, nefsin aşıladığı hastalıklardan kurtularak, esas amacı ve kurtuluşu olan, zevklerin en üstünü ve gerçeği, İlahi rızaya erebilmesidir.

***
Soru 14: K E Ş İ F NEDİR?

CEVAP: Hak teala başkalarına rüyasında gösterdiği şeyleri, veli kuluna uyanıkken bir dalgınlık esnasında gösterir. Bunlar ya olduğu gibi gerçekleşir veya rüya gibi tabir edilir. Görülen eşyalarda nur tecellileri bulunur ki, bu nurların kişiye verdiği zevk ve tat, daha önce bir benzerinin tadılmadığı türden olan bir tatdır. Şekeri, balı yersin onun  zevki bir kaç saniye sonra geçer, ama bu ilahi nurun tadı sufide, günlerce, hatta bir ömür boyu kalabilir. Tatdın fazlalığı halinde sekr denilen ilahi sarhoşluk hasıl olmaktadır. Bu sadece tat değil kokuda olabilir. Ama bu güzel koku dünya kokularının cinsinden değildir. Allahın Rasulü(s.a.v.) : “Eğer ki, Adem oğlu alemi melekuttaki tatları tatmış olsaydı dünyadan(kalbi) meşguliyetini keserdi.” diye buyurarak bu ilahi nurların zevkinden haber vermektedir. Bunu tadanlar, bunun şahitleridir. 
     Şunu da belirtelim ki; Allahu tealanın muhabbetine ermenin tadı yanında bu zevkler, tat bile değildir. Ama insanların bir çoğu bunun ne demek olduğunu sezmekten yana çok uzaktır. Bu İlahi rızanın sevgisi ile Allah aşıkları hem dünyadan hem cennet zevklerinden geçmişlerdir. Bu mukaddes ruhani yolculukta İmam-ı Rabbani hazretleri bizzat kendisinin yaşadığı ruhani yolculuğunu şu sözlerle ifade etmekteler:
İmam-ı Rabbani hazretleri bu mektubunu henüz seyrü sülukünü tamamlamadan önce Fenafillah mertebesinde iken yazmıştır. İşte beşer tarafından yazılı hiç bir eserde benzeri olmayan bir yazı:
“Bu yolda (ruhani) ileleyişte,  Allahu Teala’nın zahir ismi o kadar tecelli etti ki, her şeyde ayrı ayrı göründü. Hatta nisa şeklinde tecelliler oldu. Alem-i emrdeki (ruhlar alemindeki) latifelerin halleri ve acaib güzellikler bu şekilde görüldüğü kadar başka hiç bir şeyde görülmüyordu. Bunun gibi her yiyecekte ve içecekte ve her cisimde ayrı ayrı tecelliler oldu. Kısaca her tatlı şeyde başka başka kemal vardı. Bu tecellilerin hepsi karşısında (Refîk-ı a’lâ) yı istiyordum. Yani; bu aklı örtecek kadar muhteşem olan bu güzellikler karşısında sadece Allahu Teala’nın rızasını istiyordum.  Bu tecellilere bakmamağa çalışıyordum.” ve ” Birdenbire bu tecellilerin o zamansız ve mekansız,  hiç bir şeye benzemeyen varlığa bağlılığı değiştirmediğini anladım. Batınım, yani kalb ve ruhum hep O’na(Allah’a) bağlı idi. Bir zaman sonra, bu tecelliler görünmez oldu. Tecelliler yok oldu. Bundan sonra fena(kendi varlığından geçme hali) hasıl oldu. Bu zaman(nefs-i emmarede)  islam-i hakiki başlamağa ve gizli şirkin alametleri yok olmağa başladı. İbadetleri kusurlu, niyetleri bozuk görmek,  kulluk ve yokluk allametleri görünmeye başladı.”   (Mektubatı İ.Rabbani 1.Cid 1.Mek.)
Çok ilginçtir ki burada bahsi geçen gizli şirk “ene”mizdir.  Bunu biraz açalım. Bu mertebede görünen ve Fenafillahtan sonra yok olan gizli şirk , kişinin “ben”liğidir. Allahu Tela merhamet ettide kullarının imanını bu “ben”likle birlikte kabul etti. Yalnız kalbin iman etmesini sonsuz azabtan kurtulmamıza vesile kıldı. Eğer ki, nefsimizin de imanını şart koysa idi… halimiz ne olurdu… Allah’ım sana evvelden ebede, yarattığın ve yaratacağın zerrelerin ve onların parçacıklarının sayınca hamd ve şükürler olsun…
 Hepimize hidayte ve yardım  ve başarı Allahu tealadandır.


V U S L A T   N E D İ R ?

Vuslat Allah’a kavuşmak erişmek anlamlarına gelmektedir. Bu hususta Şemsi Tebrizi hazretleri Makalat’ta şöyle ifade etmektedir:   “Fakr tamam olunca Allah’ı bulursun.” sözünün anlamı, her kimin nefsi ölürse, şeytanı da ölür. Kötü huylardan arınarak Allah’a kavuşur. Ama bu kavuşma -haşa- Allah’ın zatına kavuşmak değil. O’nun rızası yoluna girmek demektir.
(Makalat-Şemsi tebrizi Hazretleri)

 

NEFİS YOLU TARİKATI:

Bu yolu Peygamberimiz Hz Ali’ye talim ettirmiştir. Hadis-i şeriflerde zikir; İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel hz.leri meşhur Müsned’inde (Rasulullahın hadislerini ihtiva eden sahih bir hadis kaynağıdır.) şu rivayete yer verir:
-”Rasulullah(s.a.v.) eshabına hem tek olarak, hemde toplu olarak zikir taliminde bulunmuştur. Hz. Ali’den sahih bir senedle şöyle nakledilir:
-“Hz.Ali(r.a.) kulları Allah’a en kestirmeden götüren yolu peygamber(s.a.v.) efendimize sorunca, O şöyle cevap verdi:
” Ey Ali yalnızken ve tenhada iken, Allah’ı zikret“ diye buyurdu.
Rasulullah
“Gammiz ayneyn ya Ali” Yani; “İki gözünü yum Ya Ali ve benim söylediğimi tekrarla” buyurdu.
Üç kez kelime-i tevhidi tekrarladıktan sonra;
“Buna devam et Ya Ali” buyurdu..
Sessiz zikre gelince ona Sevr Mağarasında müşriklerin mağaraya yaklaşmalrı anında Ebu Bekir’in endişelendiğini gören Peygamberimiz(s.a.v.) ona;
-“ Lâ tahzen Ya Sıddîk.”
Yani; “Üzülme Ey Sıddık Allah bizimledir.” diye buyurduktan sonra “gözlerini yum ve kalbinden Allah, Allah diye tekrarla ve buna devam et” buyurdular.
(Kaynak: İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel Hadis-i Müsned) 
Âyeti kerimede;
– “Rabbinizi, yalvararak ve gizli ve sessiz çağırınız!” [Araf -55] buyurulmaktadır.
– “Sabah akşam demeden, içinden(kalbî olarak), korkarak ve yalvararak, alçak sesle (cehrî olarak) Rabbini an ve gafillerden olma.”  (A’râf/205)
Bu ayette hem gizli zikre ve hem de açık zikre işaret vardır. 
Başka bir ayeti kerimede de,
“Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzura erer” buyurulmaktadır.
Kur’an ve Sünnet çizgisinden sapmadan 1400 yıl boyunca devam edegelmiş ve bu kutsal tarikatlar yolu ile nice binler alim evliyalık mertebesine bu vesilesi ile ermişken, Hoca Ahmed Yesevileri, Hacı Bektaş Velileri, Mevlana ve Yunus Emreleri dilinden düşürmeyeceksin ama onların yetiştiği ve yetiştirdikleri yola sapkınlıktır diyeceksin.
Meselenin hakikatine vakıf olmadan tüm tarikatleri aynı kategoriye koyup hepsine sapkın gözü ile bakmak cehalet değilse ihanettir.

EK: 1
TARİKAT NEDİR ?
Tarikat; kâmil ve mükemmil bir rehberin gözetiminde, nefsi kötülüklerden, ruhu masiva sevgisinden temizleyerek gönlü, İlahi isimlerin nurunu algılayacak saf ayna haline getirip, imanı taklitten kurtararak ilmel yakîn, aynel yakîn ve hakkal yakîn derecesine kavuşturup, dinde ihlası elde etmektir.
İslami tarikatlardan olan Nakşibendî tarikatı ve gerekse Kâdirî ve sair tarikatlar ancak; sufinin yaşamına Kur’an ve Sünneti uygulatmak için var olmuşlardır.. Bugüne dek hak tarikatlardan hiç birisi itikatta ehli sünnet inancı ile amelde  dört hak mezhepten başkasına tabi olmamışlardır.  Şayet varsa bunların dışında bir yol, o yol sapkınların yoldur. O sapıkların tarikatları bu güzide yolun erbablarına asla mal edilemez.
Eğer ki;
– ”Madem siz Kur’an ve Sünnete göre amel ediyorsanız, şu halde tarikata ve mürşide ne gerek var?” denilirse, onlara şu soru ile cevap verilir; “Sizler gideceğiniz bir adrese, yolu bilen kimse ile mi, yoksa kendi kendinize mi daha çabuk ve kolay ulaşabilirsiniz? “ denilir.
      Öğretmensiz ve ustasız kasap dahi olunamazken, ebedi hayatın istikbali nasıl ihmal edilebilir?
Velhasıl şu bir gerçektir ki, gerek Nakşibendi ve gerekse Kadiri, Halveti, Gülşeni ve isimlerini burada sayamadığımız diğer itikatta ehli sünnet tarikatları, durumları itibari ile geçmişten günümüze dek Ehli Sünnetin kalesi ve muhafızı olmuşlardır. Bu sebepledir ki dinde reformcuların ve selefiyeci mezhepsizlerin karalama hedef tahtaları olmuşlardır.
Nakşibendi Tarikati peygamberimizden Hz. Ebu Bekr’e ve aşağıda sıralanan büyüklerin sırası ile Şah-ı Nakşibendi hazretlerine ve ondan sonra bir çok kollara ayrılarak günümüze ulaşmıştır.
Nakşibendi Tarikatının, yani ruh yolu tarikatının en bariz özelliği, gizli zikir(Allah lafzı) ile kalpteki masiva sevgisini temizleyip, ruhu tasfiye ve nefsi tezkiye ederek fenafillah(razıye(kulun Allah’tan razı olması) ve beka billah(merzıye(Allahın kuldan razı olması) derecelerine ulaştırmaktır.
Kadiri Tarikatının ve diğer nefs yolu tarikatlarının en bariz özellikleri ise, riyazat ve mücahede yapıp yani, nefsin istediklerini yapmamak, istemediklerini yaparak nefsi tezkiye ve ruhu tasfiye edip Fena ve Beka mertebelerine ulaştırmaktır.

NOT: Her iki yolda da Kur’an ve Sünnete ittiba şarttır. Aksi halde sofi ve derviş şeytanın oyuncağı olur.

 


N E F İ S :
Nefis; Kur’an’da Fecr suresinde belirtilen nefis, Kur’an’ın; “İrcî” hitabının mazharı olup insanın özü olan, Müslüman olmadan önce emmare, Müslüman olunca levvâme, inancı kemale erince  mutmeinne, razıye ve merzıye derecelerine yükselmeye uygun yaratılan nefistir. Bu nefis insana, insanın kemale ermesi için imtihan aracı olarak verilmiştir. Nefis verilmemiş olsaydı insan melekler gibi yaratıldığı seviyede kalır yükselşmede olmaz düşmede olmazdı. Bu sebepledir ki Hak Teala Zariyat suresinde “Ben cinleri ve insanları ancak; bana kulluk yapsınlar diye yarattım.” buyurmuştur. Bu hitabın içinde meleklerin ve hayvanların geçmemesi onların imtihan edilmediğini göstermektedir. İş bu nefsin 7 derecesi bulunmaktadır:

  N E F S İ N  7  M E R T E B E S İ :

1- Emmare Nefis: Kafir ve müşriklerin nefsidir. Bu nefse sahib bir kimsenin vasıfları;  Allah’a ve ahirete iman etmez. Asla, Allah ve cehennem korkusu taşımaz. Ölümden herkesten daha fazla korkar. Tek amacı şehvet, şöhret ve rahatına düşkünlük olup, herkesin başı olmak isteğidir.
2- Levvame Nefis: Mü’minlerin avamlarına ait nefistir. Ölüye gider ağlar, düğüne gider köçek çalar. Bazen evliyalığa özenir, bazen firavn gibi merhametsiz ve sadece kendini düşünür..
3- Mülhime nefis: Abidlerin ve zahiri bilgi sahibi alimlerin nefsidir. Bu nefste emmarelik tamamen kaybolmamış olup, çamuru dibe çöken havuzun suyuna benzer. Bakıldığında gayet durgun ve berrak bir su gibidir. Ancak onun gerçek yüzü bir çöple karıştırıldığında açığa çıkar. Mülhime nefsin sahibide bunu gibidir. Bu mülhime sahib kişi musibetle veya zenginlik veya makam  veya güzel bir kadınla imtihan oldunduğunda içinde gizlenen kötülükler tamamen su yüzüne çıkar. Eğer bu kimseye Allahın fazlı ve keremi gelmezse, imtihanı kaybedenlerden olabilir. Onun için kul daima Allaha dua ve niyazı eksik etmemelidir. Tek dayanağı ve güvenci her daim O olmalıdır.
4-  Mutmeinne Nefis: Evliyanın alt tabakasındakilerin nefsidir.
5-  Râzıye Nefis: Orta dercedeki meczub velilerin nefsidir.
6-  Merziye Nefis: Evliyanın büyüklerinin nefsidir.
7–  Kâmile Nefis: Peygamberlerin ve evliyalıkta sıddıklık mertebesine yükeselmiş en seçkin velilerin nefsidir (hz.Ebu Bekir gibi).

Nefis, mutmeinne mertebesine yükseldiğinde,  kötülüklerin kaynağı olan emmare nefis,  Rabbinden razı olur. Rabbi de ondan razı olur ki artık, kul  kemal mertebesi olan kulluk makamına getirilmiştir.
Mutmeinne makamına gelen nefsin kötülük yapmaya mecali kalmayacağından, artık gerçek mana da ahlak güzelliği, yani peygamber ahlakı, bu aşamadan itibaren o kimsede görülmeye başlar.
– Ey tatmin olmuş nefis! Dön Rabbine O’ndan razı olarak,  Rabbinde senden razı olarak . Gir kullarımın arasına, ve gir cennetime.” ( El-Fecr Suresi Ayet 27, 28, 29, 30 )

***

N E F İ S   T E R B İ Y E S İ :

Muhbiri Sadıktan yani; Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) efendimizden rivayet edildiğine göre,  Allahu Teala nefsi yarattığında nefse:
-” Ben kimim” diye sorar. Nefs:
-” Ya ben kimim” diye cevap verdi. Bunun üzerine Allah meleklerine emreder, nefse bin yıl azab ederler. Nefs, daha sonra  aynı soruya aynı cevabı verince, Allah nefsi bin yıl aç bırakır. Bundan sonra Allahu Teala aynı soruyu tekrar sorar:
– “Ben kimim? diye sorduğunda , nefis: “Entellezî lâ ilâhe illâ ente” (Sen ki, Senden başka ilah olmayan bir Zâtsın)der. Nefs böylece açlığa dayanamayarak Rabbini tanır.

Büyük mutasavvıf İmamı Rabbani hazretlerine göre burada kast edilen açlık bazı cahil mutasavvıfların anladığı gibi yalnızca yeme ve içmeyi kesmek değildir. İmamı Rabbani hazretleri Hindu ve Budist rahiplerinin de çok uzun süreli aç ve susuz kalmakta olduklarını ve onların eline geçen sadece nefsin sefası olduğunu belirtmektedir. Hazreti İmam Mektubat’ta nefsi aç bırakmakta kast edilen şeyin, nefsin istediklerini yapmamak ve istemediklerini yapmak olduğunu ve nefsi dize getirmenin en bariz yolun ise, sünnete uygun yaşamak ve kalbi masivadan (mahlukat sevgisinden) temizlemekle olacağını belirtmişlerdir.

Tasavvuf ehli zatların her birinin kendilerine göre nefsi terbiye metotları vardır. Bunlardan nefis yolu tarikat şeyhleri nefsi aç, susuz ve çeşitli zevklerden mahrum bırakmak olan terbiye yolunu seçmişlerdir.  Ruh yolu tarikat pirleri ise, nefsi terbiyede sünnetlere tam ittiba ile birlikte kalbi Allah sevgisinden başkasının sevgisinden temizleme yolunu seçmişlerdir.. Her iki yolda da gaye ve maksut Nefsi merzıye derecesine ermektir. Yani; Allah’ın razı olduğu kul olabilmektir.
***
SORU
15: Bir kimse, Kur’an ve Sünnete Uymadan, Kendi Aklı ve Zekası ile Mücadele Vererek Tasavvufta Yol Alabilir mi?

 CEVAP :  Akıl ve zeka ruhun gözü, vahiy ise onun ışığıdır. Vahye ulaşmamış akıl ve zeka, ne kadar keskin olursa olsun karanlıktadır. Onun fizik ötesini doğru olarak algılaması asla mümkün değildir.  Kur’an ve sünnetin dışında ki Tasavvuf,  ancak sapıklığı artırır. Nakşibendi Tarikatı büyükleri bu hususta şöyle demişlerdir:
-“Şeriatsiz tarikat zındıklıktır, tarikatsiz şeriat ise sapıklıktır.” Özetlersek mevzuyu; tarikat şeriatten ayrı bir amel değil, tam aksine şeriatin hayata uygulanış şeklidir. Şayet şeriatsiz bir tarikat varsa o, Muhammed aleyhisselamın tarikatı değil, o ancak şeytanın tarikatıdır.

Allahu Teala, Kur’an-ı Kerim’de Zariyat Suresinde  buyurdu ki, mealen: Ben cinleri ve insanları ancak (beni tanısınlar) bana kulluk etsinler diye yarattımdiye buyurmuştur. Asr Suresinde mealen: Yemin olsun asra ki,  insan apaçık bir zarar içindedir. Ancak iman edip, salih amel işleyenler ve birbirlerine Allah’ın rızasına götüren yolu tavsiye edenler ve bu yolda ölünceye kadar sabretmeyi tavsiye edenler  kurtuluş içindedirler.   Bu ayeti kerime ve başka ayetlerde  Allahu Teala kurtuluşun iman ettikten sonra salih amel işleyip,  hakkı ve sabrı tavsiyeden sonra olacağını beyan etmektedir.  Kur’an ve Rasulullah’a uymadan kurtuluş ve manevi yol alışın olamayacağı ayet ve hadis-i  şeriflerce gayet açık olarak beyan edilmiştir. Bunun üzerine başka söz olamaz.

SORU 16 : Allah’ın rızasına götüren Tasavvuf yolunun Sayıları(Tarikatlar ) ne kadardır?

CEVAP : Tasavvuf ehli olan büyük velilerce tasavvuf yolu, iki ana yoldan ibarettir.  Büyük Mutasavvuf, ikinci bin yılının müceddidi İmam-ı Rabbani  Ahmedi Faruki Serhendi(kuddise sirruh) hazretleri, Allahu Teala’yı tanıyıp O’nun rızasına ermek yolunda yapılacak süluk, Ruh Yolu ve Nefis Yolu ile olduğunu Mektubatlarında belirtmişlerdir.

SORU 17  : Ruh Yolu Tarikatı ve Nefis Yolu Tarikatı Ne Demektir, Seyir ve Sülukunu Kısaca Açıklar mısınız?

CEVAP : Hazreti Ebu Bekir silsilesi ile gelen Tarikatlara Ruh Yolu,  Hazreti Ali silsilesi ile gelen tarikatlara ise Nefis Yolu tarikatleri denilir.
1-  Nefis yolu tarikatlarında terbiye ve ilerleyiş, nefsin istediklerini yapmamakla, istemediklerini yapmakla başlar. Nefis bu seyru sülukta  nesf-i levvame, nefsi mülhime, nefsi mutmeinne, nefsi radıye mertebelerinde yol aldıktan sonra, nefsi merdıye mertebesinde razı olunan kul olur.
2- Ruh yolu tarikatlerinde  terbiye ve ilerleyiş, haramlardan kaçış ve farzları ve sünnetleri yapmakla birlikte, kalbin temizlenmesi ile işe  başlanır.  İbadetlerle birlikte zikir, sohbet ve rabıta vesilesi ile, kalbdeki Allah’ın muhabbetinden başka sevgiler azaldıkça, kalb İlahi isimlerin nuru ile ışımaya başlar. Kalbe gelen bu İlahi ışığın verdiği zevk ve tat, diğer bütün zevkleri gölgede bırakarak, Yunus’un şu sözlerinin gerçeğini açığa çıkartır: “Balllar balını buldum, Dükkanım yağma olsun.”
Allah’ın nurunun kalbe dolması ve diğer zevklerin gölgede kalması ile birlikte nefsin dini inkarcılığı da ortadan kalkar ve nefis mutmeinne olur ve Allah’tan razı olur. Allahu Teala da kendisinden razı olandan razı olur ki, nefsin bu mertebesine merdiye makamı, yani hakiki kulluk makamı denilir.
Hiç bulanmadan akmak hali bundan sonradır.

SORU 18 : Bir kimsenin taklidi imandan gerçek imana ermesi zaruri midir?

CEVAP:  Bir kimse, kendisini  bir  damla katışık sudan yaratıp, ona dünyaya çıktığı zaman lazım olacak olan göz, kulak, el, ayak ve sair azaları kendisine gerekli olacak her organı anne rahminde yaratıp veren, sonra ona ruh vererek onu dünyaya getiren  Yüce Allah’ı  elbette tanımak zorundadır. Yoksa: “Ben bu dünyaya eğlence için geldim, cennette bu dünyada cehennemde bu dünyada” diyerek, hayvanlardan daha aşağı bir kişi olmanın yolunu tutmuş bir münkir olarak, ahirette ebedi azaba uğramakla karşı karşıya kalır.
Anne ve babasını hiç tanımayan bir kimse, onları tanımak ve bulmak için var gücü ile nasıl çaba sarfediyorsa, elbetteki Yaratanını tanımak için de, ana babasını bulmak için harcadığı çabadan daha fazlasını harcamak  zorundadır. Bunun tersi bir durum,  çok büyük bir nankörlük olur ki, bunun Allah (c.c.) katında çok acı bir cezası vardır. Allahu Teala’yı tanıyıp, O’nun rızasına eren bir kimseyi, Allah (c.c.) dünyada Muhabbetullah ile, ahirette ise hem muhabbetullah, hem sonsuz cennet huzuru ve yaşayışı ile ödüllendireceğini beyan etmiştir. “Ve Men Haffet mevâzînuh. Ve huve fî îşetirrâdıeh” (Karia suresi) Mealen:”Kimin mizanda sevabları ağır, günahlarıda ondan hafif gelirse, işte, Allah onu,  sonsuz bir cennet saadeti ile ödüllendirecektir

SORU 19: Bir Kimse Allahu Teala’nın Rızasını Neler Yaparsa Kazanır?

CEVAP :  Allah (c.c.) ‘ın rızasına kavuşmanın yolu, Allah’ın Rasulüne tabi olmakla mümkündür.  Bu da; İnançta Ehli Sünnet velcemaat Yolu, amelde dört hak mezhepten birine göre ihlasla (sırf Allah rızası için) ibadet etmekle, ahlakta Peygamber efendimizi taklit etmekle mümkündür. Dinde yapılması farz, terk edilmesi Allah’ın emri olan yasakları, yani haramların bilgisini öğrenmek Allahu Teala’nın emirleridir.

İlim, amel ve ihlasla birlikte,  zikir ve tefekkür kulu Allahu Teala’nın rızasına götürür. Bunlardan ni’metlere şükür, başka bela ve sıkıntılara sabır şarttır.
Şükür: Kula gelen her ni’meti Allah’tan bilmek ve ni’metin sahibine minnettar kalmaktır. Ayrıca büyükler şöyle derler; sabır, verilen ni’metlerle günah işlememek ve kulluk etmektir.
Bela: Bela mala, bedene, evlat ve yakınlara gelen olumsuz şeylerle birlikte şahsiyete yapılan hakaretlerdir. Bedene ve mala gelen beladan daha büyüğü, şahsiyetin maruz kaldığı yalan ve iftira gibi hakaretlerdir. Hadisi şerifte şöyle buyurulmuştur ki:
“İnsanlar içinde en ağır imtihana çekilenler Peygamberlerdir. Sonra sırasıyla (rütbeleri) onları takip edenler, sonra onları takip edenlerdir.”
(Hadis-i Hâkim, )

ALLAH SEVDİĞİ KULLARINI SIKINTILARLA UYARIR
Leyla-Mecnun  hikayesinin meşhur Leyla’sı aşevinde yemek dağıtırmış. Herkesi sıraya sokar, herkese sırayla birer kepçe yemek verirmiş. Mecnun’da sıraya girmiş sıra Mecnun’a geldiğinde onu azarlar ve kafasına kepçe ile vurur ona:
– “Sıraya gir” dermiş.
Bu duruma şahit olanlar dayanamayıp Mecnun’a:
– “Leyla sana neden yemek vermiyor, üstelik sana kızıyor. Sen ise hâla sıraya ne diye giriyorsun?” demişler.
Mecnun onlara:
– “Leyla’nın bana farklı davranmasının sebebi, beni hep yanında görmek istediği içindir.” demiş.
Allahu teala sevdiği kullarına kendisini daha çok hatırlaması için bazı sıkıntılar verir ki kul Rabbini unutmasın O’na sığınsın ve  O’na daha çok dua etsin.

SORU 20 :    Tasavvufi Yolda İlerlemek İçin Bir Mürşide İhtiyaç Var mıdır ?     

CEVAP : Tarih boyunca zahiri ilimleri tam olan bir çok alim, irşad için bir yol göstericiye muhtaç olmuşlardır. Ahlaki terbiyede bir örnek kişinin bulunması, ruhun ulvi alemlere yükselişinde ve nefsin kötü alışkanlıkları terk etmesi ve peygamber ahlakını benimsemesi hususunda bir rehberin önemi çok büyüktür. Bu hususta örnek verilecek çok büyük ilim sahibi zatlar vardır. İmam-ı Azam hazretleri, İmam-ı Gazali, Hacı Bayram-ı Veli, Yunus Emre, Mevalana Celaleddin-i Rumi hazretleri vs. gibi büyük zatlar ahlaki olgunlaşmada mürşide ihtiyaç duymuşlardır. Onlar gibi ilim sahibi olmayan diğerleri elbette ki bir kamil ve mükemmilin rehberliğine ihtiyacı olmalıdır. Ama her mürşid sanılan da mürşid değildir. Öylelerine bağlanmaktansa Ehli sünnet akaidini öğrenip muteber İslam İlmihallerine göre amel etmek nakıs şeyhlere bağlanmaktan çok çok daha evladır. Çünkü nakıs şeyhlere bağlanıp imanını kaybedenler az değildir.

SORU  21: Bir alim kötü ahlakını  kendi ilmi ile düzeltip, imanını  taklitten kurtarıp  tahkike ulaştıramaz mı?         

CEVAP :  Yunus Emre’nin ” İlim geride kaldı ille edeb ille edeb” diye beyan ettiği gibi, eğer ahlaki olgunlaşmada ve imanın hakikatına ulaşma hususunda ilim yeterli olsaydı bugüne kadar her ilim sahibi kimse kamil insan olurdu . Ama bu böyle midir? İlminin çokluğuna hiç yakışmayan,  nice çirkinlikleri işleyen biginler az değil.

Bir kimse ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ilmi ne kadar çok olursa olsun, nefsinin kötü istek ve arzularına  çok zaman mağlub olmakla karşı karşıyadır. Bundan kurtulmanın reçetesi, kamil ve mükemmil bir mürşidin rehberliği vesilesi ile ruhun açılımları olan beş letaif üzerinde ilerlemekle  mümkündür.

  SORU 22: Bunu biraz açarmısın?

  CEVAP : İmam-ı Rabban-i (k.s.) hazretlerinin beyan ettiği üzere İnsan on şeyin birleştirilmesinden yaratılmıştır. Bunun beşi madde alemine ait, diğer beşide emr alemi denilen ruhani aleme aittir.
Madde alemine ait olanlar:
Toprak, su,  hava ve ateş unsurlarından oluşmaktadır. Bu dört unsurun özünü teşkil eden beşincisi nefsi emmaredir. Yani,  Allahu Teala’nın emirlerine muhalefet eden hayvani ruh denilen nefsi emmaredir.
Ruhani aleme ait letaiflere gelince, onlarda beştir:
Kalb, ruh, sır, hafi, ehfadır. Bu anasır-ı erbea denilen dört unsurun her birinin  yaratılışında isyan, tembellik, nifak(iki yüzlülük), öfke ve menfaatseverlik haset , hırs ve şehvet ateşi ile insanlara karşı kibir bulunur. Madde unsurunun özü olan nefsi emmarede ise ilahlık iddiası bulunur.

Latifeler Cenab-ı Hakkın Esmalarının nurlarının zılleri, gölgeleri olup, bu nurani cevherler olan letaiflerin asılları, Müceddidi elfi sani İmam-ı Rabbani Ahmedi Faruki Serhendi hazretlerinin bildirmesine göre,  arş-ı âlânın üzerindedir.  Bu letaiflerin suretleri yani birer yansımaları ise insandadır.
İnsanda bulunan bu nurlu letaiflerin güzelliği, toprak, su, hava ve nefsi emmarenin perdelerinden kurtarıldığı zaman, İlahi ışığın nurları gönül aleminde zuhur eder ki, insan kendi içindeki bu güzelliği fark eder etmez, diğer güzelliklerin onun yanında bir gölge gibi kaldığını görür ve İnsan Rabbine aşık olur…
      “DİYAR DİYAR GEZİP GÜZELLİK ARAYANLAR
      “ARADIKLARINI BİR DE KENDİLERİNDE ARASALAR.”

SORU 23 Bunların ayrıntılarını belirtirmisiniz?

CEVAP : Nefsin kollarından olan toprak unsurundan hasıl olan eksiklik tembellik, ibadetlerde gevşeklik olarak,  sol memenin altında kalb letaifinin  üzerinde yer tutmuştur. Kalb letaifinin kemali yani olgunluğu ise, huzur tecellisidir. İşte bir irfan talibi kalbin üzerindeki nefsin toprak unsurundan hasıl olan, ibadetlerde gevşeklik hastalığını,  Allah’ı (c.:c.) çokca zikir  ederek, kalb letaifnde bulunan huzur tecellisini, açığa çıkararak yenmiş olur. Nitekim ayeti kerimede Allah (c.c.): Elâ bizikrillahi tetmeinnil kulûb(Dikkat edin kalbler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur, huzura erer. )  diye beyan etmektedir.

SORU 24: Peki öbür letaifler ve nefsin hastalıkları nasıl tedavi yapılrır, onlardanda söz edermisiniz?

CEVAP : Bu hususları İnşêallahu Teala, büyük,  kamil ve mükemmil velilerin beyanına göre açıklayalım.

B  E  Ş    L  E  T    İ  F :


Allahu tealanın isimlerinin nurlarının alem-i emr denilen ruhlar aleminde ki yansımalarına letaif denilmektedir. Bu ilahi ışıkların yansımaları, insanın göğüs bölgesinde belli noktalarda tecelli etmeleri halinde, bu ilahi ışıkların yansımaları zevken tadılır, gönül gözü ile belli renklerde görülür.

1- KALB:
İnsanda bulunan, alem-i emrdeki beş latifenin suretleri olan kalb(gönül), ruh, sırr, hafi ve ahfa latifelerinden kalb latifesinin yeri, sol memenin iki veya dört parmak altıdır. Kalb latifesinin aslı, büyük alemdeki arş-ı muazzamdır. Kalb latifesinin kemal hali, huzur tecellisi ve Hakk’a teslimiyettir. Kalb latifesinin huzur ve Hakk’a teslim oluş tecellisini, toprak unsurundan gelen farzları yapmaktaki gevşeklik ve haramları talebteki istek ve arzusu örtmüştür. Bu örtü, bu ağırlık, mürşidin talimatı ile yapılan zikir, rabıta ve gönül sohbetleri ile kaldırılırdığın da, kalb latifesinin kırmızı nuru ve huzur tecellisinin manevi zevki, ibadetleri yapmaktaki gevşekliği ortadan kaldırır. Salikin ahlaki durumu, hilme ve sabra ve Hakk’a teslimiyete dönüşür.
2- RUH:  
Sağ memenin altında tecelli eden ruh letaifinin belirtisi, Allahu Teala’nın sevgi ışığının tecellisidir.  
Ruh latifesinin kemal hali cezbe ve muhabbet-i zatiyedir. Su unsurundan ileri gelen noksanlık nifaktır.   Bu letaifin üzerini su unsurunun nifak, döneklik,  çabuk vazgeçme, vefasızlık gibi kötü belirtileri örtmüştür.  Kişinin iç aleminde sürekli yeni şüphelerin ve vesveselerin doğmasına sebebtir. Bu durumda olan insan içindeki iki yüzlülükle mücadele vermekle karşı karşıyadır. Eğer bu hale mağlup olursa, iyilerin yanında iyi, kötülerin yanında kötülüğü savunan bir münafık durumuna düşerek, ruh latifesinin kehribar sarısı rengindeki nurunun muhabbet-i zatiye cezbesini perdeler. Bu durumda ki bir salik mürşidinin talimatı ile yaptığı zikir ve virdle, o karanlık perdelerden kurtulup, yerine muhabbet cezbesi tecelli ederek, kişideki ikiyüzlülük hali gerçek Allah sevgisine dönüşür. Salikin ahlaki durumu razı olmaktır. Zira karşılaştığı her şeyde Hakk’ın kemal ve cemal tecellisini görmesidir.

3- SIRR:
Sırr latifesinin yeri, sol memenin iki veya dört parmak üstündedir. Sır latifesi için yaratılan kemal hali, vahdet taleb etmek olup, bizzat Allahu Tealayı taleb etmektir. Ateş unsurundan ileri gelen noksanlık ise, öfke, menfaatçilik, haset, hırs ve şehvettir. Bunlarda sırr latifesinin vahdet talebini örterek kişiyi öfke, menfaatçi hasetçi bir hale sokar. Bu durumdaki bir salik mürşidinin talimatıyla yapmış olduğu zikir ve ibadetler sebebiyle, ateş unsurunun öfke , şehvet ve hırs hali, şeriate sevgi ile bağlılığa ve İlahi muhabbete dönüşür.  Öfkesi artık Allah için olur. Hırsı, ibadetleri daha çok yapmaya yönelir. Hasedi, îsara dönüşür.

4- HAFİ:
Letaifinin tecelli yeri sağ göğüsün üzeridir. Bu letaifin kemal belirtisi şekerin suda erimesi gibi, her bir eşyada ilahi nurların  tecelli ettiği görülür. Bazı sufiler: ” Her nereye baktımsa Rabbimi gördüm.” demelerinin anlamı budur. Görülen alemlerin Rabbi değil,  O’nun isimlerinin nurlarının hafi letaifindeki  yansımalarıdır. Yani İlahi isimlerin nurlarının gölgesinin gölgeleridir… Allahu Teala’nın lutuf ve keremi ile bu letaifin üzerindeki hava unsurunun kibir ve gurur perdesi kalktığı zaman, bu letaifin nuru gönül aleminde ışık vermeye başlar ki kul, o vakit bütün kibir ve gurunu ayaklar altına serer.

Evet kulun çalışması sebeptir ama.. İlahi yardım ve lutuf olmadan kul asla,  kibir ve gururun pençesinden kurtulamaz. İlahi lutuf ve yardıma mazhar olmak içinse doğru itikat, ihlasla salih amel ve çok çok tazarru ile yalvarış,  yani dua gerektir.

5- EHFÂ LETAİFİ:
Bu letaif en gizli, gizlinin de gizlisi anlamındadır… İnsandaki tecelli yeri boyun çukurudur. Bu letaifin kemal tecellisi ise, izmihlaldir, yani fiilen değil, hükmen kayboluş ve yok oluş safhasıdır. Madde unsurunun beşincisi olan nefsi emmarenin bu aşamadaki hastalığı ise bütün hastalıkların kaynağı olan ene, yani benliktir. İnsan nefsinin ilahlık iddia etmesi bu nefsi emmarenin hastalığıdır. Bu ehfa letaifinin nuru tecelli etmeden bu hastalıktan kurtulmak imkansızdır. İşte bu nur ilahi bir lutufturki, ona  mazhar olanlar her şeyinden geçerler, kendilerindeki her şeyin İlahi bir emanet olduğu açıkça bariz olur.

     Bu letaiflerin insandaki suretleri tamamlanarak geçildikten sonra alemi emrdeki, yani arşın ötesindeki alemi ervahta bulunan asılları da geçilerek, İlahi isimlerden birinin nurlu tecellilerine mazhar olan talibin nefsi, mutmainne makamına erer ve nefis Rabbinden razı olur ve Rabbi de ondan razı olur. Kişinin nefsi bura da kulluk makamına ermiş olur. Artık ibadetlere karşı isteksiz olan nefis, bundan öte aşk ve arzu ile Rabbine kulluk eder. Artık kulun içinde tek muhalefet vardır. O da bedeninde ki dört unsurun dengesini sağlamaktır. Yani büyük cihat.

EK:

Kadir ÖZKÖSE, Kategoriler:149.SayıSûfî Perspektif

Atvâr-ı seb’a usulünü benimseyen nefsânî tarîkatlar¸ nefs-i emmâre¸ nefs-i levvâme¸ nefs-i mülhime¸ nefs-i mutmainne¸ nefs-i râziye¸ nefs-i marziye ve nefs-i kâmile denilen nefis mertebelerini kelime-i tevhîd¸ Allah¸ Hû¸ el-Hak¸ el-Hayy¸ el-Kayyûm ve el-Kahhâr zikirleri ile aşmayı öngörürler. Zikredilen yedi isimle nefsin tezkiyesi hedeflenmiş olur.

Tasavvufu diğer İslâmî disiplinlerden farklı kılan yegâne husûsiyet¸ bilgi kaynağı olarak aklın yanında kalbe de mürâcaat etmesidir. Rûhânî ve Rabbânî bir latîfe olarak kalb¸ bilme¸ tanıma¸ algılama¸ sorumlu ve yükümlü olma gibi niteliklere sahiptir. Tasavvufta kalbin işlevi akleder olmasıdır. Dolayısıyla düşünceyi üreten aklın kaynağı da kalbdir. Kalbde keşf ve müşâhede metoduyla üretilen irfânın elde edilmesi¸ tasavvufî eğitimin yegâne hedefidir.

Kalpte mârifetin husûle gelmesi¸ kalb tasfiyesi ve nefis tezkiyesine bağlıdır. İnsanın düşünme¸ anlama¸ kavrama¸ eşyanın hakîkatini bilme yönünü ifade eden kalb¸ insanı insan yapan ve diğer canlılardan ayıran temel insanî hakîkattir. Bu nedenle tasavvufî eğitim¸ kalbin imar ve ıslahı gâyesine yöneliktir. Tasavvufî eğitim¸ nefsânî tarîkatlarda atvâr-ı seb’a yolu ile rûhânî tarîkatlarda ise letâif-i hamse usulünce gerçekleştirilir.

Atvâr-ı seb’a usulünü  benimseyen nefsânî tarîkatlar¸ nefs-i emmâre¸ nefs-i levvâme¸ nefs-i mülhime¸ nefs-i mutmainne¸ nefs-i râziye¸ nefs-i marziye ve nefs-i kâmile denilen nefis mertebelerini kelime-i tevhîd¸ Allah¸ Hû¸ el-Hak¸ el-Hayy¸ el-Kayyûm ve el-Kahhâr zikirleri ile aşmayı öngörürler. Zikredilen yedi isimle nefsin tezkiyesi hedeflenmiş olur.

Ruhânî tarîkatlarda katedilmesi gereken mertebeler nefsin değil ruhun mertebeleridir.  Dolayısıyla rûhânî tarîkatlar tezkiye usulünden çok¸ tasfiye metodunu benimserler. Tasavvufa  göre insan mülk ve melekût âlemlerini uhdesinde toplayabilen bir varlıktır.

Herşey Kalpte Başlar

Rûhânî tarîkatlara göre insan bedeninde beşi halk âlemine¸ beşi de emr âlemine ait on latîfe bulunmaktadır. Halk âlemine ait latîfeler; hava¸ su¸ toprak¸ ateş ve nefistir. Emr âlemine ait latîfeler ise kalb¸ ruh¸ sır¸ hafî ve ahfâdır. Nakşbendiyye tarîkatında tasavvufî eğitim kalb latîfesinden başlayarak sırasıyla diğer latîfeler ile sürdürülür. Bu beş latîfeden her biri için insan vücudunda bir yer takdir edilmiş¸ zikir yapma usulü de buna göre şekillenmiştir.

Kalb latîfesi zikri seher vakitlerinde yapılır. Sâlik abdestli olarak kıbleye teveccüh eder. Tevbe ve istiğfar yapar¸ belirtilen sayıda salât ü selâm getirir. Daha sonra kalb latîfesinin mahalli sayılan sol memenin altındaki süveydâ denilen noktaya yoğunlaşır. Dilini üst damağına yapıştırmak suretiyle 1000 veya 3000 defa Allah zikrini tekrar eder. Kalb latîfesinde çekilen lafza-i celâl zikrinin sayısı mürşidin tasarrufuna bağlıdır ve müridin durumuna göre değişebilir. Sâlik¸ kalb latîfesinin nuru olan sarı renk tecelli edene kadar kalb latîfesi zikrine devam eder. Zikrin tesiriyle kalb latîfesinin işlerlik kazanmasına kalb çocuğu anlamında “veled-i kalb” denir.

Kalb zikrinin gıdası ile feyizlenen sâlike bu kez ruh latîfesinin zikri telkîn edilir. Telkîn edilen bu zikirle sâlik¸ sağ memenin iki parmak altındaki ruh latîfesine yoğunlaşır. Önce kalb latîfesine ait ism-i celâl zikrini verilen sayıda yapar. Ardından ruh latîfesi için öngörülen zikri icra eder. Ruh latîfesinin nuru olan kırmızı renk belirgin hale gelene kadar zikrine devam eder.

Ruh latîfesinin zikri tamam olunca üçüncü aşamada sır latîfesine geçilir. Sır latîfesi müşâhede makâmıdır. Sır latîfesinin mahalli sol memenin iki parmak üstüdür. Sır latîfesinin rengi beyaz nurdur. Beyaz nur zuhûr edene kadar zikre devam edilir.

Dördüncü latîfe hafî latîfesidir. Hafî latîfesinin mahalli sağ memenin iki parmak altındadır. Hafî latîfesi¸ rubûbiyet  tecellîlerinin mahallidir. Hafî latîfesinin nuru siyahtır. Siyah nur tecelli edene kadar hafî latîfesinin zikrine devam edilir.

Beşinci latîfe¸ ahfâ latîfesidir. Ahfâ latîfesinin mahalli iki göğsün ortasıdır. Ahfâ latîfesi¸ ilahi isim ve sıfatların tecelli ettiği mahaldir. Bu mertebede sâlik önceki latîfelerin zikrini icra ettikten sonra ahfâ mertebesinin zikrini gerçekleştirir. Ahfâ latîfesinin zikri bu mertebenin nuru olan yeşil nur zuhûr edene kadar devam ettirilir.

Emir âlemine ait beş latîfenin (letâif-i hamse) zikrini tamamlayan sâlike letâif-i nefs¸ letâif-i kül¸ nefy ü isbât zikirleri ve ardından murâkabe dersi öğretilir. Her bir latîfenin zikrinde belli bir mahalle teveccüh etmenin amacı¸ salikin Allah lafzını ruhun mânevî latîfeleri olarak görülen ilgili letâifi hissetmesini ve zikre iştirak etmesini sağlamaktır.

Letâif-i hamse sonucu sâlik¸ zikr-i sultânî veya zikr-i zâtî denilen hâle erişir. Zikr-i sultânî ile zikreden sâlik¸ zikri vücûdunun bütün zerrelerine ve benliğinin derinliklerine sirâyet ettirir. Sâlik zikrini artık zikr-i dâime dönüştürmüş¸ Allah aşkına bürünmüş¸ yemesi içmesi¸ oturması kalkması¸ konuşması sohbeti¸ hal ve tavrı tamamen Allah’ın rızasına uygun bir şekilde şekillenir olmuştur.

İnsanın İdrak Edici Latîfeleri

Yûsuf-ı Hemedânî (ö.535/1140)’ye göre beden¸ İslâmî terbiye ve aydınlığın mekânı; kalb¸ îmânî terbiye ve aydınlığın mekânı; ruh ve sır ise ihsânî terbiye ve aydınlığın mekânıdır. Yûsuf-ı Hemedânî’nin ifadesiyle kalb değişken olup farklı âlemlerde dolaşırken¸ sır hâlden hâle dönüşmeyen¸ kemâle eren¸ hakîkati temaşa eden makamdır. Sır¸ “O ki¸ (gece namaza) kalktığın zaman seni görüyor.”[1] âyetinin korku ve heybetinde istikrarlı bir şekilde durmaktadır.[2]

Bahâeddîn-i Nakşbend’in (ö.791/1389); “Meşâyıhtan her birinin aynasında iki yön vardır. Bizim aynamız ise altı yönlüdür.” şeklindeki sözünü¸ Ahmed Sirhindî; “Aynadan maksat ârifin kalbi¸ iki yön ruh ve nefs¸ altı yön ise altı letâiftir (nefs¸ kalp¸ ruh¸ sır¸ hafî ve ahfa)” diyerek açıklamış¸ böylece letâifin altılı tasnîfini beyan etmektedir.[3]

Hüseyin b. İbn-i Yemîn-i Hüseynî’ye göre kalp¸ ruh¸ sır¸ hafî ve ahfâ insanın idrak edici latîfelerinin isimleridir. Bazı mertebelerde ona kalp derler¸ beşerî kayıtlarından kurtulup daha saf olduğu diğer mertebede ona ruh derler¸ saflık artınca sır derler¸ olgunlaşınca hafî derler. Letâifin her biri öz itibariyle birdir. Dolayısıyla letâifteki farklılık öz itibarıyla değil¸ vasıfları ve hâlleri bakımındandır. [4]

İmam Şârânî ismi geçen letâif-i hamsenin zikrini şu şekilde betimlemektedir: Zikr-i kalb¸ kalbin iç girintilerinde Allah’ın cemâl ve celâlinin müşâhede edildiği zikir; zikr-i rûh¸ tefekkür durumundaki mutasavvıfın sıfatların nurunu kavradığı zikir; zikr-i sır¸ ilâhî sırların açıklandığı¸ kalbin en derinindeki zikir; zikr-i hafî¸ ahadiyyetin güzelliğinin nurunu görmeyi amaçlayan gizli zikir; sonuncusu da zikr-i ahf⸠Mutlak Hakîkat’in Gerçekliği’nin (hakke’l-yakîn) görüldüğü çok gizli zikirdir. [5]

Mir Dard ise¸ zikr-i kalbîyi muhabbet ve şevkle söylenen zikir¸ zikr-i rûhîyi sükûnet ve dinginlik içinde uygulanan zikir¸ zikr-i sırrîyi üns içinde telaffuz edilen zikir¸ zikr-i hafîyi benliğin fenâsı ile gerçekleşen zikir¸ zikr-i ahfâyı tamama erme işareti olan zikir diye tarif etmektedir.[6]

Letâif ile çakra arasındaki farka dikkat çekip makaleyi sonlandırmak istiyorum. Hinduizm ve Budizmde uygulanan meditasyon tekniklerinde de ruhun belli bölgelerine yoğunlaşma sağlanmaktadır. Nakşbendîlikte benimsenen letâif ile Yoga’daki çakra ya da padmaların yerleri konusundaki benzerlikten bahsedilmektedir.[7] Ancak Yoga’da çakra ya da padmalar¸ vücutta yer alan¸ görünmez sinirlerle veya kanallarla birbirine bağlı olarak algılanmaktadır. Yogilerin çoğu bu merkezlerin¸ zikir vasıtasıyla harekete geçirilebilecek birer yoğunlaşma noktası olduklarını bilmezler.[8]

[1] 26/Şuar⸠218.

[2] Tosun Necdet¸ Bahâeddîn Nakşbend: Hayatı¸ Görüşleri¸ Tarikatı¸  s. 309-309¸ İnsan Yay.¸ İstanbul 2002.

[3] Tosun¸ age.¸ s. 309-310.

[4] Tosun¸ age.¸ s. 309-311.

[5] Tosun¸ age.¸ s. 309-311.

[6] Schimmel¸ İslamın Mistik Boyutları¸ s. 176. çev.: Ergun Kocabıyık¸ Kabalcı Yayınevi¸ İstanbul 1999.

[7]  Hewitt¸ Meditasyon¸ s. 158.

[8] Haksever¸ Ahmet Cahid¸ XI. Yüzyıl Bir Türk Türk Sûfîsi Yakub-ı Çerhs. 158¸  Basılmamış Doktora Tezi¸ A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü¸ Ankara 2005.

     SORU 25:
Rasulullah (s.a.v.) efendimiz Uhud Savaşı dönüşünde “Küçük cihattan döndük büyük cihat başladı.” diye beyan etmişlerdir. Orada bulunan sahabe efendilerimiz nefsi mutmainne makamında değil miydilerki yukardaki gibi beyan ettiler? Bunu nasıl açıklarsınız
?

     CEVAP:
Rasulullah(s.a.v.) efendimizin sahabeleri elbetteki merziye makamında olan yüce insanlardı. Nefis mutmainne olmakla birlikte kulun mücadelesi ve imtihanı bitmiyor. Yükseklerde durmak, dengeyi korumak, aşağılarda bulunanlardan daha zordur. İşte buradan anlaşılan küçük cihat, nefsin rıza makamına kadar  olan mücadelesidir. Orada kalmak ve dengeyi sağlamakta büyük cihattır. Yani kulluğun zirvesi olan merzıye makamını korumak en ulvi makamda dengeli durmak daha aşağılarda durmaktan daha zordur. Nitekim Allahu Teala Rasulüne: “kemâ umirte vesteKım” (hud suresi) mealen “Emrolonduğun gibi dosdoğru ol“diye buyurdu. Rasulullah (s.a.v.)efendimiz: “Hud Suresi beni kocalttı” diye beyan ettiler. En yüksekte durmak en zordur.

     SORU 26 :
Bir kimsenin, herhangi  bir şeyhe intisab ettiği zaman, dünya ve ahiret kurtuluşuna ereceği söylenmektedir. Bu ne derece doğrudur?

     CEVAP: 
Doğru bir araştırma yapmadan her şeyh veya mürşid olduğu söylenilen bir kimseye gönülden bağlanmak anlamına gelen intisab etmek, ahmaklığın açık bir belirtisidir. İnsanlar, niçin sağlığı veya ticareti söz konusu olduğu zaman kılı kırk yararcasına titiz bir araştırma yaparlar da, ebedi hayatları söz konusu olduğunda, doğru dürüst bir araştırma yapmadan sonuz geleceklerini, ne olduğunu bilmedikleri kimselere teslim etmekte tereddüt etmezler?
Allahın Rasulü (salat ve selam ona olsun) :”İlimsiz sufi, değirmen merkebine benzer, döner dolaşır bir mesafe kat edemez.” diye buyurmaktadır.
İlimsiz abid, elinde malzemesi olup, ustalığı olmadığı halde bir bina yapmak isteyen adama benzer. Böyle bir kimsenin yaptığı bina nasıl hiç bir zaman yükselemez, sürekli yıkılırsa, ilimsiz bir abidte hiç bir zaman Allah’ın rızasına erecek bir ameli yapamaz. Zira böyle birisi, bir taraftan yapar, diğer taraftan daha büyük bir yıkıntıya sebep olur.
Bir kimsenin  ilimi, ameli ve ihlası olmadığı halde bir şeyhe bağlandığı zaman,  dünya ve ahiret kurtuluşuna erdiğini  sanan kimseler, ne büyük bir aldanış içindedir. Bugün kendisini arif sandığımız veya bize veli (evliya), mürşid, şeyh olarak tanıtılan niceleri hem cahil, hem ne kadar zavallı durumda olan kimselerdir. Bu adamlar da ne yeterli bir dini bilgi, ne de islam ahlakını yaşayış vardır. Dinini iyi öğrenmeden insanları irşada kalkanlar, yüzmeyi öğrenmeden başkalarını kurtarmaya kalkan kimseler gibidir. Bunlar ancak, hem kendilerinin, hem de kurtarmaya çalıştıkları kimselerin boğulmasına sebep olurlar.
Sözde kâmil ve mükemmil olduğu söylenen bu cahil kimseler, bu dünyada kendilerine candan bağlı olanları ahirette  kurtaracaklarını iddia ederler. Bu koyun postuna gizlenmiş zavallılara denilir ki: Sizin kendinizi kurtaracağınıza dair elinizde, ilahi bir vesikanız(ayet ve hadis gibi) mı var da,  başkalarını kurtarmaya kalkışıyorsunuz ?

        Bu tür uyduruk şeyhlerin aslında kimseyi kurtarmak gibi bir dertleri yoktur. Bunların tek dertleri amaç edindikleri dünya yaşantılarının yolunda gitmesi için, kendilerine tabi olan birçok iyi niyetli insanları maddeten sömürmektir. Bu yalan çarkının devamı için, onları oyalayacak düzenlerine, dini alet etmekten asla çekinip, haya etmezler.  Bugün gerek dünyada gerekse ülkemizde bu sahte şeyhlerin sayıları o kadar çoktur ki, etrafları bu temiz kalbli saf,  iyi niyetli insanlarla doludur. 
   
     Bu adamların  alt gurupları da bulunur. Bunlar da bir şekilde nemalanmaktalar. Bunlar şeyhlerinin adına kerametler uydurup topluluğun sayısını ayakta tutarlar.  Bunlar o derece ileri giderlerki ” Sen şeyhimize münkir olursan, imanını kim kurtaracaktır.” derler. O cahil kişiyi şeyhinden ayrıldığı taktirde imansız ölmesi ile korkuturlar. Bu art niyetli kimseler tek hidayet edicinin Allahu Teala olduğunu bilmezler mi ?

       Bu gibi tarikatlara ve cemaatlara katılanları bu şeyh müsvetteleri,  bir kaç karışık rüyayı  yalan yanlış yorumlayarak oyalarlar. “Bu kapıya geldiniz, size rüya da gösteriyoruz, bizi rüyanızda da görüyorsunuz,  bizden daha ne istiyorsunuz ?” diyerek sanki tasavvuf yolunda seyir ve süluk rüya görmekmiş gibi,  yetersizliklerini ve cehaletlerini örtmeye çalışırlar. Başkalarının rüyalarında gezindiklerini söyleyerek yalanla işlerini sürdürürler. Hani bu kapılarınızda uruc, yani ruhani mi’rac? Gerçi siz bunların ne olduğunu da bilmekten yana da çok uzaksınız. Çünki uruc nedir hiç yaşamadınız ki bilesiniz ? 

        Hz. Mevlan(k.s.)  “Eşek rüyasında hiç, Hindistan’ı görebilir mi? Fil ol da Hindistan’ı rüyanda gör. Çünki Hindistan filin anavatanıdır.”der. Kendilerini herkesten üstün görmeye alışmış bu şahıslara sormazlar mı?  Hani kapınızdakilerin gönülleri Allah ve Rasulünün sevgisi ile yanıp tutuşmuyor? Hani hiç bir kimseden Allah sevgisi için göz yaşları akmıyor? Gerçi kapınızda ağlayanlarda var ama,  bunlar ancak dünyalıklarından birşeyler eksildiği zaman üzülürler,  siz de olmayan himmetleri isteyip dururlar. 

        Hazreti Ömer (r.a.) :” Dünyada çokca ibadet ettiğini sanıpta ahirette cehenneme atılacak nice kimseler vardır ki,  işte onlar orada en çok şaşıracak olan kimselerdir.”diye  beyan eder.
Şunu da ifade edelim ki, bu alem de kötüler olduğu gibi iyilerde eksik olmazlar. Kötüler ayak altında dolaşırken, iyiler altın gibidir. Onlar asla dünyalığa tapmazlar. Dünyalığı olanla olmayanı ayırmazlar. Allah’ı ve sevdiklerini, sevdirmektir tek dertleri.

         SORU 27 :
Günümüzde  ” müzik ruhun gıdasıdır ” derler. Bu ne kadar doğrudur?

         CEVAP: 
Peygamber (s.a.v.) efendimizin Medine’ye teşriflerin de, def gibi bir alet kullanılmış ve O, bunu yasaklamamıştır.  Osmanlı ulemaları mehteran takımında müzik çalınmasına cevaz vermişlerdir. Yani bu silah gibidir. Kullanılacağı yere göre, fayda veya zarar verebilir.
Toprak, su, hava ve ateşin toplamı olan madde ve ruhtan yaratılan insanın ihtiyaçları çok farklıdır. İnsanlar acıktığı zaman açlıklarını gidermek için maddesel yiyecekler ve içeceklerle açlık ve susuzluklarını gidermek için maddesel ürünlere ihtiyaçları olduğu gibi, ruhunun açlığını gidermek için de, onun gıdası olan Allah’a kulluk yaparak bu açlığı gidermek ihtiyacını duyarlar. Fakat bazı kimseler, onu da yiyecek ve içeceklerle veya bir takım müzik ve eğlence türü şeylerle karşılamaya çalışırlar. Kimileri bunu sex türü şeylerle veya şöhret ve servet edinmek gibi şeylerle karşılamaya çalışırlar. Bütün bu türlü şeylerle ruhun susuzluğunu gidermeye çalışmak, sıcak havada tuzlu su içerek susuzluğunu gidermeye çalışan adamın durumu gibidir ki  bu hal, o kimsenin susuzluğunu büsbütün artırmaktan başka bir şeye yaramayacaktır ki, öyle de olmaktadır.

        Huzuru maddiyatta arayanlar derler ki;”parasız mutluluk olmaz” Öyle mi? Öyle ise zenginlerin hepsi mutlu olmalı. Bunun doğru olmadığını zenginlerin bir çoğunun mutlu olmak için nasıl bir arayış içinde olduklarından anlamamız lazımdır. Peki fakirler mutlu mu? Hayır! Onlar da zenginlerin sahip oldukları servet, şöhret ve makam gibi şeylerle mutlu olduklarını sanarak, onların özlemi içinde ömürlerini çürütürler. O zaman iki eğri var ortada. Doğru olan nedir? Doğru olan mutluluk kişinin içindedir… O halde insan onu neden başkaların da ve başka şeylerde arayıp durur da kendi içinde aramaz?

Kur’an’da Allah(c.c.) “ Elâ bizikrillâhi tetmeinnil kulûb” Meali ÂliDikkat edin! gönüllerin huzuru ancak Allah’ı anmakla olur.” Yani Allah’ın kitabı Kur’an’a ve O’nun içeriğine ve Muhammed (a.s.)’a  iman edip, İslam dininin  gereklerini yaşayarak ve birde Allah’ın(c.c.) ismini saygı ve edeble anmakla, o kimsenin kalbi ve ruhu  gerçek huzura erer. Böylesi bir kimseyi ne zenginlik, ne de fakirlik hali asla etkilemez. Bunun en güzel şahidleri, peygamberler, sahabeler ve evliyalardır. Kim tarih boyunca intihar etmiş bir evliya duymuş ? Duyamazlar. Çünki böyle bir şey hiç vaki olmamıştır. Çağımızın  psikolojik hastalıklarının  altında yatan nedir ?  Zikirsizlik… Netice olarak,  Müzik ruhun gıdasını karşılamaktan yoksun olup, nefsin hastalıklarını artırır. Ruhun gıdası ancak, Allah’a(c.c.) ihlas ve şuurlu olarak yapılan ibadetlerdir.

SORU 28: Selim diyor ki; “Sayın Bekir Hocam, Tasavvuf konusunda siteye yazdığınız yazıları takip ediyorum. Bu sebeple size birkaç sorum olacak:

1)  Talebelerinin rivayetlerine göre “Bizde tarikat yok, hakikat var; Risale-i Nur var” diyen Said Nursi’nin bu sözlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

2)  Yine risalelerde şöyle bir tabir geçiyor: “Devir tasavvuf devri değil, imanı muhafaza ve kurtarma devridir”. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Tasavvuf, “İslam Ahlakını yaşamak, manen ve imanen olgunlaşmak” olduğuna göre tüm zamanları kapsamaz mı? İslam’ı doğru düzgün yaşamayan bir insanın eksik ve kuru bir imanla kurtuluşa ermesi ne kadar mümkün?

3)  Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye Onuncu Risalede şu sözleri ifade etmiş: “İ’lem eyyühe’l-aziz! Tevfik-i İlahi refiki olan adam, tarikat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur’an’dan, hakikat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza, maksud-u bizzat olan ilimlere ulüm-u aliyeyi okumaksızın isal edici bir yol buldum. Seriüsseyir olan bu zamanın evladına, kısa ve selamet bir tariki ihsan etmek rahmet-i hakimenin şanındandır.”

Burada anlatılmak istenen durumu Tasavvuf nazarıyla nasıl değerlendirirsiniz? Büyük alimleri kılavuz edinmeden bir insan sadece Kuran’a bakarak doğru yolu bulabilir mi? Bu sözlerle ilgili yorumunuz nedir?

 CEVAP:
Sayın okurumuz. Tarikat bir yoldur. Kendisine ulaşılmak için yolu olmayan hakikat olur mu? Bir şey hem hakikat olacak, hem de yolu olmayacak. Böyle bir şey düşünülebilir mi? Risale-i Nur’un kendiside hakikata götüren bir köprü, bir yol değil mi? Gerçek şu ki, burada anlam kargaşası vardır.
Risale-i Nur’da; “Devrin tasavvuf veya tarikat devri olmadığı, devrimizin iman kurtarma zamanı olduğu” ifadesine cevabımız şudur: Tasavvufun tanımında şu iyi bilinmelidir: Tasavvuf, iman kurtarma sebebinin ta kendisidir. İmanın dereceleri vardır. Taklidi iman avam halkın imanıdır. Delillere dayalı kuvvetli iman; alimlerin imanıdır. Keşifle, şuhud-i keşfi iman ise evliyanın imanı, meleklerin ve enbiyanın imanıdır. Tasavvuf kişininin imanını taklitten kuvvetli imana, oradan da basiret gözünün açılması ile de şuhudi keşfi imana ulaşmasına vesiledir. Tasavvuf ehli insanlar, nice binlerce inançsızın hidayete gelmesine sebep olmaktadırlar. Günümüzde yukarıdaki söze sığınıp tarikat ehli kimselere sataşanlar, kendileri ne kadar iman kurtarmışlardır? Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz. Bir yerde, bir toplulukta, hep zengin ve paralı kimseler aranıyorsa, bu ne kadar iman kurtarmaktır? Evet, o değerli şakirtler yarım asır önce yaşadılar. Şimdi onların varisleri olduklarını sananlar, fakirlere ne kadar destek oldukları bilinip görülmeyen bir şeymidir? Kendisi, yüzme bilmeyen birisiyken, başkasını boğulmaktan nasıl kurtaracaktır? Tasavvuf: Tövbedir, taharettir, samimiyettir, vahded-i şuhuttur, vuslattır, ve fena fillah ve beka billaha eriştir. Bunlar her devirde her mümine en elzem olan şeylerdir. İslam sadece belli bir yazarın kitabını okumakla tam bilinip anlaşılamaz. Kur’an ve Hadisi Şerifler vardır. Akaid, Fıkıh ve ehli sünnet  alimlerinin yüzlerce, bunları açıklayan eserleri vardır. Zenginleşmek için bunlarıda bilmek anlamak gerektir. Bir tek Said-i Nursi Efendi’nin eserlerini okumakla kendini kartardığını sananlar, hayal içindedirler. Onlarda okunsun, diğer ulemanın eserleride okunsun.
Saidi Nursi Hazretleri şöyle ifade ediyorlar: ”İ’lem eyyühe’l-aziz! Tevfik-i İlahi refiki olan adam, tarikat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur’an’dan, hakikat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza, maksud-u bizzat olan ilimlere ulüm-u aliyeyi okumaksızın isal edici bir yol buldum. Seriüsseyir olan bu zamanın evladına, kısa ve selamet bir tariki ihsan etmek rahmet-i hakimenin şanındandır.” Saidi Nursi hazretleri burada özet olarak şunu anlatmak istiyor:
“İlahi başarının yakını, arkadaşı olan adam bilki, tarikat geçidine girmeden üveysi olarak tarikatta hasıl olan bazı ilahi tecellileri, alemlerin Rabbi Allah bana bu ilahi nurları bir parça da olsa tattırdı. Bu üveysilik yolu ile olgunlaştığını anlatan hazret, böylece kendisinin de, tarikatın bir başka çeşidi olan üveysilik tarikiyle İlahi feyzlere ve nurlara nail olduğunu  ima ediyor. O da böylelikle, üveysi tarikatı ile Allah’a vasıl olduğunu ifade etmiş oluyor.
Allahu Teala’nın nurlarına mazhar olmak yolu ikidir. Birincisi Allahu Teala’dan gelen ilahi feyzler Rasulullah’a O’ndan da kamil bir mürşide, Mürşitten de taliblere yansıtılır. İkinci yol ise, Allah’tan Rasulullah’a, Rasullah’tan vefat etmiş bir velinin ruhuna, ondan da, Allah’ın diediği kimseye veya arada bir veli olmadan doğrudan Rasullullah’tan o kimsye İlahi feyzin nurları verilir. İşte Saidi Nursi hz.leri bu kategoridendir.
Kendisi nakli ilimlerden; akaid, fıkıh, ahlak gibi ilimleri medreselerde alimlerden almıştır. Büyük alimleri kılavuz edinmiştir. Yoksa bir kimse asla, Kur’an meali okuyarak sıratı müstekıma eremez. Böyle yapmaya çalışanlar, tıp kitabları okuyarak kendi kendilerine kalb ameliyatı yapmaya benzer, veya bir eczaneye girip oradan rast gele bir ilaç alıp, mide ağrısını gidermeye çalışan kimsenin durumuna benzer ki, işin sonunda zehirlenip ölmek ve başkalarının ölümüne sebep olmakta vardır. Bu sözümüzü mealciler iyi anlasınlar.

       SORU 29:  Selim diyorki:  ” TASAVVUF  kelimesinin açılımı nedir ?”

       CEVAP:  Tasavvuf kelimesinin açılımı, Arap Alfabesine göere  şu şekilde açıklanır.

1-   Taharet : Zahir ve batın temizliği
2-    Samimiyet: Niyette samimiyet.
3-   Vahdet : İmanda vahdeti şuhuda ermek.
4-   Vuslat :  Nefsi raziye mertebesinden, Allahu Teala’nın rızasının tecellisi Merzıyeye ermek.
5-  Fena: Kişinin gölge varlığından geçip, gerçek varlığın sahibini yakin olarak tanımasıdır.

1:  TAHARET: Zahiri ve Batıni taharettir. Yani iç ve dış temizliği olmadan taharet gerçekleştirilemez.

a-  Dış Temizlik: Şeriaat ölçüleri içinde yapalan maddi ve manevi temizliktir ki, öncelikle tövbe,  tövbeden önce Amentünün manasına inanmak gerekir. Bu sitemizin Akaid kategorisinde detaylı bir şekilde  belirtilen burada özet olarak yazaılan Allah’ın varlığına ve birliğine, meleklerine, kitablarına, peygamberlerine,  ahiret gününe, kadere, hayrı ve şerri Allahu Teala’nın yarattığına,  öldükten sonra tekrar dirilişe peygamberlerin, meleklerin ve peygamber (s.a.v.) efendimizin sahabelerinin inandığı gibi inandıktan sonra, Haram yememek ve içmemek, gusül ve namaz abdesti ile bedenimizi ve elbiselerimizi her türlü dışkı ve idrardan arındırarak, ibadet yerlerimizi temiz tutarak zahiri temizliğe başlamış oluruz.

b-  İç Temizlik: Kalbimizi ruhumuzu her türlü küfür ve şirkten uzak tutarak iç temizliğimize başlamış oluruz. Kibir , riya(ibadetlerde gösteriş yapmak) , Öfke(Allah için hariç) , kin, cimrilik , hased, zülüm yapma,  çok yaşama emeli, dünyaya düşkünlük, tembellik , korkaklık, deikoduculuk, söz taşıma, lüzumsuz konuşma gibi hastalıklardan temizlik için de Allahu Teala’yı çok zikrederek (kalben hatırlayarak), manevi iç temizliğin birinci aşamasını tamamlamış oluruz.

Yuakarıda belirtilen kibir, ucub, riya,  hased gibi kalb hastalıklarını zikirden başkası ile kalbden atamayız.. Tefekkür ile, huşusuz ibadetle asla bu illetlerden kurtulamayız.

 2:  SAMİMİYET: Peygamber (s.a.v.) efendimiz :” İşler niyete göre değerlendirilir.” diye beyan ettiler. Bunun için bir kimse ilk önce şu cümlenin; ” İlahi ente maksudi ve rızake matlubi”  anlamını kalbine yerleştirmelidir. İlk önce yaptığı tüm ibadetleri Allah(c.c.) rızası için yapmalı, günahları da O’nun rızsı için terketmelidir. Bu aşamayı geçen bir kimse, ibadetlerin dışında kalan mübah işleride O’nun rızası için yapmalı, terk etmesi gereken mübahları da Allah(.c.c) rızası için terk etmelidir.

 3:  VAHDET: Vahdeti vücudu aşıp, tüm eşyada Allahu Teala’nın nur tecellilerini görmekle  vahdeti şuhud derecesine  ulaşmaktır.

 4:  VUSLAT: Kalbe, ruha ve diğer latifelere (sır, hafi, ahfa) Allahu Teala’nın sevgi nurunun dolmasıdır.

  5: FENA:  Rabbinin rızasına ermiş nefs, Kulun gerçek mertebesi olan Abdiyet makamında kendisini bulmasıdır. Yani; kulluk mertebesine, hiçlik zirvesine ulaşmasıdır. Kendisinin gerçekten bir hiç olduğunu, kişinin kendiside dahil,  alemin yani kainatta(evrende)ki her oluşumun bir hayal ve his mertebesinde yaratıldığını hakkal yakîn olarak görüp bilmesidir. Yoksa bazı sapık mutasavvıfların uydurduğu gibi, haşa kulun Allah ile birleşmesi değildir. Böylesi bir inanç kişiyi küfre götürür.  Fena yok oluş demektir. Allahu Teala’nın sevgi nurları bir kalbe tecelli ettiği  zaman, o kalbde Allah’tan başkasının muhabbetine yer kalmaz.  1- Mürşidde fani oluş 2- Rasulullah’ta fani oluş 3- Allah ‘ta fani oluş  olmak üzere üç aşamadır.

          Fena fişşeyh, şeyhde fena bulmak,  onun ahlakı ile ahlaklanmak  demektir. Eğer bir talibin intisab ettiği şeyh, yani tabi olduğu mürşid,  kamil ve mükemmil ise , talibde samimi ve istikamet üzere ise , Allahu Teala’nın feyz ve yardımı o mürşid vesilesi ile,  o talibin gönlüne akmaya başlar. Bu, Allahu Teala’nın  feyzi,  öyle bir şeydir ki onu anlatacak kelime yoktur. Talib gönlünde daha önce bir benzerini yaşamadığı ilahi bir sevginin zevki ile bir hôş olur. Dünya ve onun içindekiler gözünde basitleşir ve bir çekiciliği kalmaz. Bu durumda olan talibin gönlü, sevdiğini yalnız  Allah için sever veya Allah için sevmez. Bu aşamada Allahu Teala,  şeyhin letaifleri (ruhani görünüşleri) ile o talibi irşad eder. Talibin nazarında mürşid artık gerçek bir ermiş kişidir. Onun gözünde O mürşid,  peygamber varisidir. Onu ancak Allah(c.c.) için sever. İbadetlerini onun gibi yapmaya çalışır. Ahlak olarak onu taklid ederek, onun ahlakı ile,  suyun şeker ile  birbirine karıştığı gibi bütünleşir.
Mürşidin  yüzüne baktığı zaman, onu  rasulullah(s.a.v.)efendimizin nurunu yansıtan bir ayna mesabesinde görür. Ve bir zaman olur ki o ayna aradan çekilerek, Rasulullah’ın(s.a.v.) nuru doğrudan, vesilesiz olarak o talibin gönlüne akmaya başlar. Bundan sonra Rasullah’ta(s.a.v.) fena bulma hali başlar.
İşte o zaman “Muhammedun rasûlullâh” sözü taklidden çıkar tahkik olur ve kişinin imanı,  iman-ı hakikiye  ulaşır.
Allah’ta fani olmak mertebesi: Büyük Gavs Seyyid Abdul Hakim Hüseyin Hazretleri (kuddise sirruh)bu konuyu, en güzel bir şekilde şöyle ifade etmektedirler:
-” Kulun göğüs kafesinde ki beş letaifi, ruhlar alemindeki asıllarına yükseldiğinde, kişinin kötülüğü emreden nefsi, beden mülkünde hizmetçisiz kalır ve nefis bunalıma girer. O beş letaifin arkasınadan öyle bir özlem duygusu çeker ki, o letaiflerin ayrılığına dayanamaz ve oda beden ülkesini terk ederek beş letaifin arkasından hızla ruhlar alemine yükselir. En yukardaki ahfa letaifinin dahi yükseğine çıktığında, Rabbinin ilahi isimlerinden bir ismin ışıkları ile karşılaşır. O İlahi ışığın güzelliği karşısında güneşin karşısında karın erimesi gibi erir buharlaşır ve yok olur. Bu yok oluşu acıdan değil, zevktendir. Bu durumdaki nefis müslüman olup, mutmain olur ve Rabbinden hoşnut olur.
Ey tatmin olmuş nefis! Dön Rabbine O’ndan razı olarak,  Rabbinde senden razı olarak . Gir kullarımın arasına, ve gir cennetime.” ( El-Fecr Suresi Ayet 27, 28, 29, 30 )

 

EK:

FENÂ Fİ’Ş-ŞEYH NE DEMEKTİR?

Mürşid huzûrunda iken gösterilen edep ve muhabbeti, onun gıyâbında da göstermeye ve onun ahlâkıyla ahlâklanmaya “fenâ fi’ş-şeyh” tabir edilir. Beşer idrâkinin mücerredi görmesi veya hissetmesi, onu bir eşyâya veya şekle nisbet etmeden kolay kolay gerçekleşmez. İlim âlimde, aşk âşıkta ve sanat da sanatkârda sergilenir. Mücerredi sergisiz takdîm, imkânsızdır.

Râbıta ile mürşidin kalbindeki mânevî husûsiyetler sâlike intikal eder. Nasıl fizikî beraberlikte mürşid-i kâmilin yanında edeben ulvî duygular ile bulunulur ise, o hâli mânevî beraberlikte de, yâni gıyâblarında da devâm ettirmek, râbıtanın hakîkatine erişmektir. Çünkü her zaman Allah dostları ile fizikî beraberlik mümkün olmayabilir.

Esasen hâllerdeki sirâyet, muhabbet ve ünsiyet nisbetinde gerçekleşir. Kâmil bir mü’min olabilmek için sâdık ve sâlihlerle beraber olmak, yâni onları sevmek ve onlara yakın bulunmaya çalışmak, bu temâyülün kuvvetlenip arzu edilen netîceyi hâsıl etmesi için şarttır.

LEYLÂ’DAN MEVLÂ’YA ULAŞMA GAYRETİ

Sâlik, mürşidine aşk ve muhabbetle bağlandığı anda, “aşk-ı mecâzî” başlamış olur. Çünkü kalp, Allâh’a mahsus bulunduğundan hakîkî mâşûk, Allah’tan gayrısı olamaz. Diğer sevilenler ve onlarla yaşanan hâller, bir saraya çıkışta merdiven basamakları mesâbesindedir. Bunlar, kalbin muhabbetullâha hazırlanması yönündeki alıştırmalar hükmündedir. Tâbir câizse “Leylâ”dan “Mevlâ”ya ulaşma gayretidir. Bu gayretlerde en feyyâz merhale, gerçek bir mürşid-i kâmile mülâkî olmak ve onunla ünsiyet ve muhabbetin mânevî heyecanını yaşamaktır. Bunun en verimli tezâhürü ise râbıtadır. Muhabbetin böyle sıradan ve basit alâkalarla kıyaslanamayacak derecede bir şiddete ulaşması, “râbıta”nın ta kendisidir.

Bâyezîd-i Bistâmî’ye mürâcaat eden bir derviş:

“–Beni Allâh’a yaklaştıracak bir amel tavsiye et.” deyince Bâyezîd -kuddise sirruh-, ona şu nasîhatte bulunmuştur:

“–Allâh’ın velî kullarını sev! Sev ki, onlar da seni sevsinler. Onların gönlüne girmeye çalış! Çünkü Allâh, o âriflerin kalplerine her gün 360 defâ nazar eder. Onlardan birinin kalbinde senin adını görürse, seni bağışlar!..”

İşte bu sebeple tasavvufî terbiyede sâlikin mensub olduğu yere ve sâdıklara âit muhabbetini tâze ve zinde tutabilmesi maksadıyla “râbıta”, dâimî bir temrin hâlinde kâideleştirilmiştir.

Râbıta, muhabbetin şiddetiyle, kalbî duyuş ve hissedişte yüksek bir mânevî hat meydana getirir. Bu hattın iki ucundaki şahsiyetlerde “aynîleşme” istikâmetinde bir rûhî alışveriş başlar. Rûhî aynîleşme, âdeta fizikteki birleşik kaplar misâli gibidir.

ASHÂB-I KEHF’İN KÖPEĞİ VE HAZRET-İ LÛT’UN KARISI

Şeyh Sâdî-i Şîrâzî, hâllerdeki sirâyet husûsiyetini şöyle ifâde eder:

“Ashâb-ı Kehf’in köpeği sâdıklarla berâber olduğu için büyük bir şeref kazandı. Öyle ki, Kur’ân-ı Kerîm’e ve târihe geçti. Lût Peygamber’in karısı ise fâsıklarla berâber olduğu için küfre dûçâr oldu.

Yine Şeyh Sâdî, sâlih ve sâdıklarla ünsiyet netîcesinde meydana gelen “aynîleşme”yi “Gülistan” adlı eserinde temsîlî bir şekilde şöyle hikâye eder:

“Bir kişi hamama gider. Hamamda dostlarından biri kendisine temizlenmesi için güzel kokulu bir kil verir. Kilden, rûhu okşayan enfes bir râyiha yayılır. Adam kile sorar:

“–A mübârek! Senin güzel kokunla mest oldum. Haydi söyle, sen misk misin, anber misin?”

Kil ona cevâben şöyle der:

“–Ben misk de anber de değilim. Alelâde bir toprağım. Lâkin, bir gül fidanının altında bulunuyor ve gül goncalarından süzülen şebnemlerle her gün ıslanıyordum. İşte hissettiğiniz, gönüllere ferahlık veren bu râyiha, o güllere âittir.”

İşte bu misâldeki mânânın da işâret ettiği üzere, samîmiyet, teslîmiyet ve tevâzû ile, gönüllerini Hak dostlarının önüne serenler, tâlibi oldukları güzelliğin akislerine bir tecellîgâh hâline gelirler. Tıpkı gökteki ayın, kendine âit bir ziyâsı olmamasına rağmen, güneşe dönük olan yüzünün aldığı nûr huzmelerini aksettirmek sûretiyle güneşin bir husûsiyetinden hisse alması gibi böyleleri de beşeriyetin zulümât ile kararmış gecelerine -âdeta- parlak birer kandil olurlar.

RÂBITA’NIN NETİCESİ

Cenâb-ı Hak’ta fânî olmuş bir mürşid-i kâmilin kalbi, esmâ-i ilâhiyyenin tecellîlerine mazhariyetle feyizlenmiştir. Bu itibarla mürşidin kalbi, âdeta ışık huzmelerini bir noktaya teksîf etmiş olan mercek gibidir. Bu tecellîlerin bereketiyle bütün menfîlikleri yakıp kül eder. Mürîd, râbıta ile bu bereketten istifâdeye çalışır. Kalpten nefsânî bencil duygular gider, onun yerine örnek şahsın hâlleri intikâl eder. Kalbi işgâl eden dünyevî her şey, kalbin dışına çıkarılarak lâyık olduğu mevkide tutulur.

Tasavvufî eğitimde kuru kuruya bir fiilî berâberlik makbul değildir. Zira kimileri, bir mürşid-i kâmilin dizi dibinde bulunurlar da gafletlerinden dolayı bir hisse kapamazlar.

KALBÎ BERABERLİĞE DEVAM EDİLMELİ

Öte yandan uzak diyarlardaki nice mürîdler, mürşidlerine duydukları engin hürmet, hasret, muhabbet ve bağlılıkları vesîlesiyle müstesnâ nasiplere, güzel hâllere, ilhamlara ve mânevî duyuşlara nâil olabilirler. Büyüklerin buyurduğu; “Yemen’deki yanımda, yanımdaki Yemen’de.” sözü de esâsen bunu ifâde eder. Bu sebeple mühim olan, nerede olursa olsun, kalbî berâberlik duygusunu yitirmemektir.

Mânen dirâyetli insanların, etrâfındakileri kendi hâliyle hâllendirme istîdâdı her ne kadar âzamî derecede olsa bile, bu tek başına yeterli değildir. Zira tasavvuftaki hâl intikâli, öyle bir mânevî akıştır ki, o akışın, sür’at ve tesirinden âzamî istifâdenin hâsıl olması, mürşid-i kâmilin dirâyeti kadar, müridin istîdâdına ve muhabbetinin seviyesine de bağlıdır. Onun içindir ki her mürîd -sırf mürîd olması sebebiyle- aynı merhaleye ulaşamaz.

Fark, müridden mürîde değişen istîdat ve kalbî muhabbetteki seviyeden doğar. Bir misâl ile söylemek gerekirse, bir kimsenin su almak gâyesiyle kabını, küçük bir göle ya da uçsuz bucaksız bir okyanusa daldırması arasında fark yoktur. Her iki hâlde de ancak kabının hacmi kadar su elde eder. Bu sebeple mürîdin de istîdatlı ve bu istîdâdını kullanma gayreti içinde olması îcâb eder.

Yûnus Emre Hazretleri ne güzel söyler:

Çeşmelerden bardağın Doldurmadan kor isen Bin yıl anda durursa Kendi dolası değil

Hâllerdeki sirâyet özelliği, müsbette olduğu gibi menfîde de geçerlidir. Nitekim Firavun’un Hâmân ve emsâli süflî adamları da onunla ihtilâtları sebebiyle zamanla Firavunlaşmışlardır.

KİŞİ SEVDİĞİ İLE BERABERDİR

Nitekim hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulmuştur:

“Kişi sevdiği ile berâberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

“Herhangi bir topluluğa benzemeye çalışan, onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)

Netice olarak şunu iyi anlamak gerekir ki râbıta, en kısa ve öz bir ifadeyle muhabbeti taze tutma hadisesidir. Daha öteye gitmek ve farklı mülâhazalarla herhangi bir beşere kudsiyet atfetmek, hatâdır, hududu aşmaktır ve -Allah muhafaza buyursun- şirke kapı aralamaktır. Çok kimselerin ayaklarının kaydığı nokta burasıdır. Râbıta edilen şahıs, yâni mürşid-i kâmil, Allah ile kul arasında üçüncü bir şahıs değildir. Çünkü İslâm’da ruhbanlık yoktur. Mürşid ancak, mürîdin kendisine örnek alması için ihsân edilmiş numûne-i imtisâl bir şahsiyettir. Nasıl ki, seyahat esnâsında bindiğimiz bir araç, gâye değil vâsıta ise, bir mürşid-i kâmil de, mürîde kalbî eğitimi tâlîm edip onun iç dünyasını Allah Rasûlü’nün ahlâkı ile tezyîn eden bir Allah dostudur. Kudsiyyet, Allâh’a mahsustur. Her türlü güç ve kudret O’na aittir. Kul hangi mertebede olursa olsun, âcizdir ve Hakk’a muhtaçtır.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Yolculuğu, Erkam Yayınları

 

SORU 30: Gerçek Mürşitte Olması Gereken Özellikler Nelerdir?”

CEVAP : 

1-   Ehli Sünnet Yolu inancını çok iyi bilmeli ve bu itikatla itikatlanıp, talebelerine bu itikadın öğrenilmesinde vesile olmalıdır..
2-  Allahu Tealanın emir ve yasaklarına harfiyen uymalı ve sünneti seniyyeden kıl kadar ayrılmamalıdır. Şeriat ilmini, yani farzları, haramları, vacibleri, sünnetleri başkalarından daha iyi bilmelidir.

3- İnsanları Allahu Teala’nın dinine tabi olmaya çağırmalı ve Allah ve Rasulünü insanlara sevdirmeye çalışmalıdır. İslam  ahlakını çok iyi bilmeli ve onu bizzat nefsinde yaşamalı ve taliblerini  Allahu Tealayı zikretmeye  yönlendirmelidir.

4- Bu yola başvuranları, öncelikle dinin akaid ve sonra muamele kısmını  ve islam ahlakını yaşamaya ve öğrenmeye davet etmeli ve Allah’ı zikr etmeyi sevdirmelidir.

5- Bütün yaratılmışlara şefkat ve merhamet nazarı ile bakmalı. Onların durumlarına göre takva ve  istikamet yolunu emretmeli.

6- Taliblerin kalblerindeki şüphe ve tereddüdü giderecek kadar akaid ve fıkıh  ilimine  sahib olmalı.

7- Taliblerin sırlarını gizlemeli, kusurlarını başkalarına teşhir etmemeli.

8- Taliblerin gönül hastalıklarına deva olacak sohbetler yapmalı veya Allah’ın kendisine vermiş olduğu nurlu bakışlarla taliblerin gönlüne nazar ederek tedavi etmelidir. Peygamber Efendimiz, (salat ve selam O’na olsun) bazen nurlu sohbetleri ile , bazende nurlu bakışları ile insanların gönül hastalıklarını tedavi ederdi. Bu tedaviyi hakiatta Allah’tan bilmeli. Tıpkı doktorun yazdığı ilacın şifa bulmamıza vesile olması gibi.

Şirk konusu çok ince bir konudur. Herkes her konuda ancak vesiledir. Şifa ve irşad, yediren ve içiren ve doyuran, herşeyin Halıkı Allahu Zülcelal Velkemal’dir

9- Mürşid mütevazi olmalıdır. Asla onda gurur ve kibir olmamalı, alaycı olmamalıdır.

10- Nefsi razıyeden sonra nefsi merzıye mertebesine ermiş olduğunu,  bu mertebeye eren bir mürşid tarafından onaylanmış olmalıdır.  Üveyside olsa Mürşid silsilesi Rasulullah (s.a.v.)’e kadar ulaşmalıdır.

11- Asla kendisinde dünya sevgisi olmamalı, kaybettiği dünyalık için üzülmemeli. Eline geçen dünyalıktan dolayı da sevinmemelidir.
12- Huzurunda bulunan ihlaslı mü’minlerin, kalbinde Allah sevgisi çoğalmalıdır. Eğer rehber olduğu söylenen şahsın huzurunda  bulunulduğu zaman, talibin kalbinde dünya sevgisi çoğalıyorsa, o şeyh nâkıstır, eksiktir. Ondan derhal uzaklaşmak o kimsenin hayrınadır.

SORU 31:     Bir mürşid müritlerine karşı nasıl davranmalıdır ?

1-  Müridlerin eziyetlerine katlanmalı, onlara karşı halim ve selim olmalı, vakarla oturmalı, başını önünde tutmalıdır.

2- Tevazu sahibi olmalı, Şaka ve mizahı terk etmeli, soruyu tekrar edeni azarlamamalı ve ona himmetle muamele etmeli, sorusunun cevabını onun anlayacağı gibi vermelidir.

3- Doğruya dönmek ve boyun eğerek gitmelidir.

4- Zararlı şeylere karşı müridi uyarmalı, faydalı olan şeylere yönlendirmelidir.

5- Müridinin sıkıntılarını dinlemeli, ona hayır dua da bulunmalıdır.

SORU 32:      Müridin Mürşidine karşı görevleri nelerdir?

1–  Mürşidine selam verip ayak üzeri durmak ve mürşidinin izni olmadan oturmamak

2- Huzurun da edebli oturmak, mürşidi sormadıkça konuşmamak.

3- Konuştuğunda da az ve öz konuşmak gerekir. Bir soru soracağı zaman da ondan izin almalıdır.

4- Bir konuda mürşidinden daha bilgili olduğunu ima etmemelidir.

5- Mürşidin huzurunda fısıldaşmamalıdır. Başını önüne eğmeli, etrafa dönüp, dönüp bakmamalıdır.

6- Üstadının canını sıkkın görüldüğü vakit, ağzını açmamalıdır. Gidip gelmelerinde ayağa kalkmalıdır.

7- O ayağa kalktığında soru sormamalı, o yoluna giderken birşey sormamalı, yolda onun önünde yürümemelidir.

8- Onun çocuklarına ve yakınlarına ikram ve hürmet göstermelidir.

SORU 33: Adem diyor ki: “Bu zamanda dini bilgilerini tam olarak öğrenmiş bir hafızın veya bir imamın tasavvufa, mürşide  ihtiyacı var mıdır?

 CEVAP:  Bu zamanda değil, her zaman buna ihtiyacı vardır. Zahiri bilgiler yetse idi İmam Gazali ve onun gibi büyük alimler bu yola tevessül etmezlerdi.

 SORU 34 : Adem soruyor: ” Bir kimse akaidini öğrense namazını ve orucunu ve diğer ibadetlerini hakkıyla yerine getirmeye çalışsa, bu durumda bir mürşide gerek varmı?

CEVAP: Gerek vardır. Çünki Şah Nakşiben (k.s.)hazretleri ” Bize göre namaz ve oruç Allah’a götüren yol olsa bile en kısa ve kestirme vuslat yolu nefy-i vücûd usulüdür. Nefy-i vücud (Beşeri ve bedeni ihtiyaç ve icapların Allah’ı unutturmasından kurtuluş demektir.) olmadıkça, sadece namaz ve oruç, gaflet ve nisyanı giderecek derecede vuslata yetmez. Bu sebeple: “Nefsinin , duygu ve düşünceleri, Allah’ı unutturacak ve dolaysıyla günahlara batacak şekilde dünyaya yönelişi, diğerleri ile kıyaslanamayacak şekilde büyük bir günahtır.” diye beyan etmişlerdir. İhlası elde etmek ve günahların en büyüğü olan varlık günahından kurtulmak için gerçek bir kamil mürşidin irşadına ihtiyaç vardır. Büyük veli Bayezid-i Bistami (k.s.) “Allah’ın azamet ve kudretini düşünerek yapılan bir anlık muhasebe ve murakabe şuursuzca yapılan bin haccdan daha hayırlıdır. Çünki bunlardan birincisi:  ilahi azameti hissederek ve düşünerek bir anda vuslata erer ve nisyandan(gafletten) kurtulur. Ama ikincisi ise : kitap ve bilgi yüküyle dolu merkep gibi hacca gider de Hakk’ın azametini, O’nun vaad ve vaidini idrak edemez ve dolaysı ile kötü huylarından kurtulamaz.

SORU 35: RABITA NEDİR?

CEVAP: Rabıta kalbi sevilen şeye bağlamaktır. Ölüm rabıtası ile kalbi Allah’ın razı olmadığı şeylerden temizlemek ve razı olduğu şeyleri Allah için sevmeye hazırlamaktır.

Mürşid rabıtası: Tasavvufta fenafillah ve beka billah mertebelerine ermiş bir mürşidin kalbi ile, ruhu ile, sırrı ile Allah’ı anmasını, hatırlayıp düşünmek ve onun o ahvalinde kendinden geçerek tasavvufta fena fillahın(Allah’ta yok oluş) ilk mertebesine ermektir. Rabıtaya delil: Hz.Ebu Bekir ve İbn-i Abbas(Allah ikisindende razı olsun) örnektir. Hazreti Ebu Bekir(r.a.) hazretleri bir Peygamber(s.a.v.) Efendimize sordu:
-” Ey Allah’ın Rasulü sizin mubarek yüzünüz gözümden hiç gitmiyor. Hatta tuvalete gittiğimde dahi bu hal devam ediyor ve ben çok utanıyorum. Ne yapmalıyım?” dediğinde
Allah’ın Rasulü :
-” Ey Eba Bekr Bu hal ruhanidir. Bunda utanılacak bir durum yoktur.” diye buyurdular.
İbn-i Abbas(r.a.) Hazretleride :
-” Ben ne zaman aynaya baksam, aynada kendi suretimi değil Rasulullah’ın mubarek yüzlerini görürdüm.”diye beyan ettiler.
Kaynak: Ahmed İbn-i Hanbel’in Müsnedi. Uzaktan rabıtayada Veysel Karani hazretlerinin durumu delildir.

SORU 36: ÜVEYSİLİK NEDİR?

CEVAP: Üveysilik ismini  Peygamberimiz zamanında ve tabiin devrinde yaşamış büyük veli Yemenli Üveysi Karanî’den almıştır.

Üveysilik başlı başına bir tarikat değil ferdî bir tasavvuf yoludur. Yaşayan bir veliden uzaktan manevi elektrik alarak
yada vefat etmiş bir velinin veya bir peygamberin ruhaniyeti vasıtası ile Allahu Tealadan feyz alma ve seyir süluk yapma yoludur.

İmamı Ahmed bin Hanbel ve İmamı Rabbani hazretleri, “bir kimse üveysi olarak irşad makamına yükselirse zahirde mutlaka icazetli bir mürşidden icazet alması gerekeceğini aksi halde fitneye sebep olacağını belirtmişlerdir.
Günümüzde bazı art niyetli çakma şeyhler en çok üveysilik kalkanına sığınarak kendilerine maddi menfaat ve şöhret sağlamak için bu isim adı altında tasavvuf istismarcılığı yapmaktadırlar.

Herkese hidayet ve yardım ancak Allahu tealadandır.
Vesselam.
Bekir Abdullah 14 Mayıs 2011

Loading

8.396 - 1
DİKKAT: Hakaret, küfür, tehdit içeren mesajlarla ilgili gerekli yasal işlemler yapılır. Tüm gönderilerde IP adresleri ve gönderim tarihi sistem tarafından kaydedilmektedir. Soru veya mesaj göndermeden önce nezaket kurallarına dikkat ediniz.

Aşağıdaki formu doldururken isim kısmında takma ad veya rumuz kullanabilirsiniz. İnternet sitesi kısmını boş bırakınız. Gerekli alanlar * ile işaretlenmiştir. Eposta adresiniz yayımlanmaz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir


“Tasavvuf Nedir? İslam’da Tasavvuf Var mıdır?” üzerine 14 yorum.

  1. Hocam bilmedigimden soruyorum isterseniz gizleyebilirsiniz mesajimi
    bazi tarikatlerde siş buhrani diye bisey var bunlar kendilerini sisliyolar neden boyle yapiyolar abdullah baba diye eski bi tarikat seyhi vardi zikir cekerken muridine siş takiyordu. Kan bile çikmiyordu. Rufai tarikatiymis o. Bi ara dogruyu bulayim diye arastirma yaparken denk gelmistim. Bunlar nedir hocam?

    Masaallah hocam. çok istifade ediyoruz sizden. Sizi ve bizi Rabbimiz sevdigi kullarindan eylesin. Bende yanlis örtündğümün farkina vardim renkli örtunuyordum. Çarsafi serif giymek nasip etti Rabbimiz cok mutluyum

    1. İslamiyette şiş vurmak yoktur. O batıl bir adettir. Ahmed er-Rufai Hazretleri öyle bir şey yapmamıştır. Onu cahiller uydurmaktadır. Kan çıkmaması cambazlıktır. Şiş değil de bıçak soksalar kan gelir.
      Kuran ve sünnet yolunda olmayan tarikatlara, Peygamberimizin ahlakını yaşamayan ve farz ve sünnetlere dikkat etmeyen şeyhlere itibar etmeyiniz.
      Allah sizlerden de razı olsun Selma hanım. Bu zamanda çarşaf giymek her kadına nasip olmaz. Çünkü nefis o konuda çok zorlanır. Ama zinhar çarşafla örtünmeyenlere de tepeden bakmamak lazım. Zira o durumda amellerimiz boşa gidebilir neuzübillah.

    2. Cevabiniz icin tesekur ederim hocam. Carsaf konusunda evt hocam diger kardeslerimize asla tepeden bakma olmuyor sukurler olsun Rabbimize. Sadece duzgun ortunmeyn kardeslere dogru olanlari anlatiyoruz. RABBIMIZIN izniyle.

    3. Rica ederim. Allah sizlerden razı olsun güzel tebliğlerde bulunmanız sebebiyle.

  2. Selamun Aleyküm,
    Silsile ile gelmemiş birinin veya da (Mürşid i Kamil olmadan) kendi kafana göre yapılan zikir sakıncalı olurmuş (Allah korusun) ve yani kendi başına tasavvufda olma seyri sülük filan da sakıncalıymış Allah korusun. Bunu açabilir misiniz?

    1. Aleykümselam ARAYAN CAN.
      SUORU: “Silsile ile gelmemiş birinin veya da (Mürşid i Kamil olmadan) kendi kafana göre yapılan zikir sakıncalı olurmuş (Allah korusun) ve yani kendi başına tasavvufda olma seyri sülük filan da sakıncalıymış Allah korusun. Bunu açabilir misiniz?”
      CEVAP: Bir kimsenin kendi başına zikir etmesi günah değildir. Bir mürşide bağlanması da farz değildir. Ancak, kişinin kendi kendine zikir etmesi ile bir mürşid rehberliğinde zikir yapması aşılı dut ağacının meyvesi ile aşısız dut ağacının meyvesine benzer. Her ikisi de faydalıdır ama aşılı olursa daha güzel olur.
      Kişinin kendi kendine zikir çekmesinin zararına gelince, zikir çekmeyenler bir zarar görmüyor da zikir çekenler neden zarar görsün? Ancak bu belli bir sayıyı geçerse o zaman cinlerin tasallutu mümkün olacağı için kişi bu yönden sıkıntıya girebilir.

    2. Euzübİllahimineşşeytanirracim bismİllahirRahmanirRahim
      Teşekkürler cevabınız için. Benim kastettiğim internette yeni moda zikirler çıktı mürşidi kesinlikle inkar ediyo Allahla kulun arasına kimse giremez, tarikatler artık kesinlikle bitti diyolar bu zikri yapın aracısız olun diyolar, yaşayan bütün mürşidleri şeyhleri filan istisnasız reddediyo sünnete uysalar bile, hatta bu zikri yapanların sünneti yapmalarına gerek yoktur diyolar Peygamberimizn s.a.v. okuduğu şeyleri filan kesinlikle yapmıyolar ve bunun için de süslü laflar kullanıyolar… Bi de bu zikirlerini yapınca kokular “nurlar”ışıklar olağanüstü haller filan vaadediyolar, ve zikrin amacı bazı şeyhlerin yaşadığı şeyleri siz yaşayın gibi… Bi de öyle süslü ikna edici anlatmışlarki ikna edici bi dille…, HafizanAllah… Bide yaşayan mürşidleri inkar ediyolar ama sadece zikirle öbür dünyaya göçmüş evliyalar görünüp Üveysi gibi hoca olur filan diyolar.. ? Baya değişik değişik
      LA HAVLE VELA KUVVETE İLLA BİLLAHİL ALLİYİL AZİM

    3. Onlar hakkında bilgimiz vardır. Onlar münafık kimselerdir. İnsanları maddi bakımdan sömürmek için öyle yalan yaldızlı sözlerle kendilerine bağlamak istiyorlar. Bir kimse ister tarikatlı isterse tarikatsız olsun ölçümüz Kuran ve Sünnettir. Bunun dışına kim çıkarsa o İslamdan okun yaydan çıktığı gibi çıkar.

  3. Selamı Aleyküm; Hocam yaklaşık 8 yıldır, isim vermeyim Şeriat ehli bir topluluğa mensuptum, Elhamdülillah yakın zamanda tasavvufla tanıştım dersimi aldım, günlük dersimi ve devamlı olarak ta zikrimi çekmeye çalışıyorum, Elhamdülillah içimde manevi bir huzur dolmaya ve dünyanın ne kadar boş ve bedbah olduğunu, Tarikatın ne kadar büyük bir kapı, nimet… olduğunu idrak ettim. Lakin Tasavvufta yol alabilmek için malumunuz Mürşidine, Dergahına bağlılık tam ve zerre şüphesiz olmalı, ayladır her şey çok iyi gidiyor fakat dergahıma, Şeyhime karşı bağlılımı bir türlü sağlayamadım. Kendimce muhabbet duymaya çalışıyorum fakat müritlerin bası davranışlarını, konuşmalarını veya himmet isteme mevzusunda anlatılan menkıbeler kafamda çok soru işaretleri bırakıyor. bu konularla ilgili araştırma yaptığımda yapılanların yüzde sekseni doğru, yüzde yirmisi olumsuz oluyor. Sonuç olarak araştırdığım kadarıyla Mürşidinizi arayınız bulunuz ve intisap deniliyor, tabi fazla gezegen olmamakla birlikte ki zaten gezegen olan nasip alamaz deniliyor. Kendimce araştırma yaptığımda gönlümün ısındığında bir tarikat var ama bulunduğum tarikatta ki ihvanlar Mürşidin kıskanması fena olur, şevkat tokatı yersin diyorlar bu yüzden çıkamıyorum, ama bağlılığımı da bir türlü sağlayamıyorum. Bu şekilde de yol alamıyacağımı da biliyorum. Kafam çok karışık ne yapacağımı bilemiyorum. Önerilerinizi paylaşırsanız memnun olurum. Rabbim sizden ve sizin gibilerden razı olsun.. Selametle….

    1. Aleyküm selam sayın Barbaros kardeşim. Mürşide teslimiyet Kur’an ve Sünnet sınırları içinde olursa, doğrudur. Ancak günümüzde bir çok kimseler ifrata kaçarak bu sınırın dışına çıkmaktadırlar. Mürşid, ehli sünnet inancında ise ve Peygamber Efendimizin ahlakını bariz bir tavırda taşıyorsa, o durumda onu Allah için sevmek vacib olur. Allah için yapılan sevgi ise seyir ve sülukunüzün enerjisidir. Mürşidinizde arayacağınız vasıflar keramet olmamalıdır. Kerameti Allah dilediği anda yaratır. Kurtuluş ve yol almak, istikametin doğru olmasına bağlıdır. Bu da, önce ehli sünnet inancını bilmek, daha sonra mühlikatı(amalleri ve imanı yok edici şeyler) öğrenmekle mümkündür. O takdirde az amelle çok mesafe kat etmeniz mümkündür. Arzu edersniz bunları sitemizdeki yazılarada bulabilirsiniz. Örn.(Elfazı küfür) (Ehli sünnet İnancı Nedir) (Mürşide teslimiyet Nasıl olmalıdır) gibi. Bunlardan sonra Ömer Nasuhi Bilmen’in İlmihalini okursanız çok iyi olur. Bunlarla birlikte ihlasla amel edilirse, doğrunun yardımcısı hz. Allah’tır.
      İtikat Ehli Sünnete göre düzeltilmeden asla seyir ve süluk mümkün değildir.
      Asla cahillerin sözü ile hareket edilmeye. Zira onlara göre şeyh uçurur vs. Şeyh, Allah dilemeden kimseye bir şey veremez. Oda Allah’a muhtaç ve O’na kulluk yaparak o mertebeye yükselmiştir. O, bu yolda sadece vesiledir. Amaç Allah’ın rızasını kazanmak olmalıdır. Allah’ın rızasını kazanan, Peygamberimizin de, şeyhin de rızasını kazanmış olur.
      İnsan doğru şeyhi bulsa bile, yanlış telkinlerle doğru yoldan çıkabilir. Zira, her doğru tarikatın içinde yanlış sofiler, dervişler mevcuttur. Onlar kendilerini diğerlerinden farklı gördükleri için yanlıştan asla kurtulamazlar.
      Allah’a emanet olunuz. Allah rızası için, sorunlarınıza yardımcı olmak üzere buradayız.
      Bizi de dualarınızda unutmayınız.
      Vesselam.

  4. Allahcc.sizden razı olur inşeallah hocam,yüreğine sağlık tasavvuf konusunu çok güzel bahsetmişsiniz özellikle mürşit konusunu birde himmet konusunu yardım isteme konusunu açarsanız sevinirim,tasavvuf yazınız konu yarım kalmış devamı nezaman gelecek saygıyla ellerinizden öperim

    1. Muhterem kardeşim inşêallahu Rahman bahsettiğiniz mevzulara temas edeceğiz. Bize dua edin. Selam üzerinize olsun.

Bir yanıt yazın