EBU ZERR EL GIFARi R.A HAYATI…

SAHABE ALBÜMÜ’nden
Ebû Zer-i Gıfârî, Mekke’nin ticâret yolu üzerinde yaşamakta olan Benî Gıfâr kabîlesindendir. Bunlar Arabistan’da bulunan diğer kabîleler gibi câhiliye devrinin her çeşit kötülüğünü işliyor ve putlara tapıyordu. Ticâret kervanlarını çevirip, yağmacılık yapmalarıyla tanınmışlardı.
Ebû Zer-i Gıfârî de çevresinin te’sîriyle bir müddet kervan soygunlarına katılmıştı. Kavmi arasında atılganlığı ve cesâreti ile şöhret bulmuş, gücü, kuvveti ve yiğitliği ile o çevrede pek meşhur olmuştu.
Putlardan Nefret Ediyordu
Fakat o, bütün bunlardan bir tat almıyor, zavallı insanların elleriyle yonttuğu putlara ilâh diyerek tapmasına şaşıyor, putlardan nefret ediyordu.
Nihâyet bir gün her şeyin tek bir yaratıcısı olduğuna inanarak, yol kesme işinden vazgeçti. İnsanlardan uzak bir hayat yaşamaya ve Allah Teâlâ’nın rızâsına kavuşmak için kendisine yol gösterecek bir rehber aramaya başladı. Üç sene böylece devam etti.
Ebû Zer-i Gıfârî hidâyete adım adım yaklaşmakta iken, Muhammed aleyhisselâma Allah Teâlâ tarafından peygamberliği bildirilmişti. Artık insanlar birer ikişer Müslüman olmakla şerefleniyor, İslâmın nûru âlemi aydınlatmaya başlıyordu. İslâmın doğuş haberi gün geçtikçe çevrede yayılıyor, müşrikler ise engellemek için çâreler arıyordu.
Nihâyet bu haber Benî Gıfâr kabîlesinin yurduna da ulaşmıştı. Mekke’den gelen biri, Ebû Zer-i Gıfârî’nin “Lâ ilâhe illallah” dediğini işitince dedi ki:
– Mekke’de bir zât var, senin söylediğin gibi “Lâ ilâhe illallah” diyor ve peygamber olduğunu bildiriyor.
Ebû Zer heyacanla sordu:
– Hangi kabîledendir?
– Kureyş’tedir.
Ne Haber Getirdin?
Ebû Zer-i Gıfârî bu hâlleri işitir işitmez kardeşi Üneys’e dedi ki:
– Hayvanına bin, Mekke’ye git, kendisine vahiy geldiğini söyleyen zâtla görüş, söylediklerini dinle, benim için bilgi edin, haberini bana getir.
Üneys, Mekke’ye gidip, Peygamber Efendimizin (asm) mübârek cemâli, sohbeti ve ihsânları ile şerefledi. Hayran kaldı. Sonra tekrar memleketine döndü. Kardeşi Ebû Zer kardeşine sordu:
– Ne haber getirdin?
– Vallahi öyle yüce bir zâtı gördüm ki, hep hayrı, iyiliği emredip, kötülüklerden sakındırıyor.
– Peki insanlar, onun hakkında ne diyorlar?
Zamanın meşhur şairlerinden olan kardeşi Üneys şöyle cevap verdi:
– Şair, kâhin, sihirbaz diyorlar. Fakat onun söyledikleri ne kâhinlerin sözüne, ne de sihirbazların sözüne benzemiyor. Onun söylediklerini şairlerin her çeşit şiirleriyle karşılaştırdım. Onlara hiç benzemiyor, hiç kimsenin sözüyle ölçülemez. Vallahi o zât hakkı bildiriyor, doğruyu söylüyor. Ona inanmayanlar yalancı ve sapıklık içindedirler. Bu zât iyiliği, ahlâkî değerleri emrediyor, kötülükten de sakındırıyor.
Ebû Zer-i Gıfârî Hazretleri kardeşinin bu sözü üzerine:
– Sen bana, bu husûsta arzû ettiğim, gönlüme şifâ veren, müşkillerimi giderir bir haber getirmedin. Kendim gidip, onu görürüm, dedi.
Kardeşi Üneys dedi ki:
– İyi olur, fakat sen Mekke halkından sakın! Çünkü Mekkeliler, ona karşı son derece kin besliyorlar ve onunla görüşenleri takip ediyorlar.
Ebû Zer, hemen Mekke’ye gitmeye ve Peygamberimizi (asm) görüp Müslüman olmaya karar verdi. Eline bir değnek ve biraz da azık alarak büyük bir şevkle Mekke yoluna düştü.
Kimseye Sormadı
Mekke’ye varınca hâlini kimseye anlatmadı. Çünkü bu sırada müşrikler Peygamberimize (asm) ve yeni Müslüman olanlara şiddetli düşmanlık yapıyorlar ve bu düşmanlıklarını safha safha ilerletiyorlardı. Bilhassa Müslüman olup da, kimsesiz ve garip olanlara işkence yapıyorlardı.
Ebû Zer-i Gıfârî de Mekke’de kimseyi tanımıyordu. Garip ve yabancı idi. Bu bakımdan kimseye bir şey sormadan Kâ’be’nin yanına varıp oturmuştu. Peygamberimizi (asm) görmek için fırsat kolluyor, nerede olduğunu öğrenmek için bir işâret arıyordu. Burada Zemzem’den başka bir şey yiyip içmiyordu.
Akşam üstü bir sokak köşesine çekildi. Hz. Ali (ra), Ebû Zer’i gördü. Garip olduğunu anlayarak alıp evine götürdü. Hâlinden bir şey sormadığı gibi, Hz. Ebû Zer de ona sırrını açmadı.
Sabah olunca, tekrar Kâ’be’ye gitti. Akşama kadar dolaştığı hâlde hiçbir ip ucu elde edemedi. Eski oturduğu köşeye gelip oturdu. Hz. Ali (ra), o gece yine oradan geçerken, Ebû Zer’i görünce:
– Bu biçâre hâlâ aradığını bulamamış, diyerek tekrar evine götürdü.
Sabahleyin yine Beytullaha gitti, sonra oturduğu köşeye çekildi. Hz. Ali (ra) tekrar da’vet edip evine götürdü ve ona sordu:
– Senin işin nedir? Bu şehre ne için geldin?
– Eğer bana doğru bilgi vereceğine kat’î söz verirsen, söylerim.
– Söyle, hâlini kimseye açmam.
Akıllılık Ettin
– İşittim ki, burada bir Peygamber çıkmış. Onunla görüşmesi, ondan işittiklerini ezberleyip bana nakletmesi için kardeşimi göndermiştim. Kardeşim gönlüme şifâ verecek bir haber getirmedi. Onun için bizzat kendim onunla görüşmek ve ona kavuşmak için buraya geldim.
– Sen doğruyu buldun, akıllılık ettin. Bu zât Allah’ın Resûlüdür, hak Peygamberdir. Sabahleyin ben o zâtın yanına gidiyorum. Beni takip et, senin için korkulacak bir şey görürsem, ayakkabımı düzeltiyormuş gibi yaparım. Sen beklemez gidersin. Ben geçip gidersem, arkamdan gel ve benim girdiğim eve sen de peşimden gir!
Ebû Zer-i Gıfârî, Hz. Ali (ra)’yi takip edip, onunla birlikte Peygamberimizin (asm) mübârek yüzünü görmekle şereflendi. Ve hemen:
– Esselâmü aleyküm, diyerek selâm verdi. Bu selâm İslâm’da bu şekilde verilen ilk selâm ve Ebû Zer-i Gıfârî de ilk selâmlayan kimse oldu.
Peygamber efendimiz selâmını aldıktan sonra, aralarında şu konuşma geçti:
– Sen kimsin?
– Gıfâr kabîlesindenim.
– Ne zamandan beri buradasın?
– Üç gün üç geceden beri buradayım.
– Seni kim doyurdu?
– Zemzem’den başka bir yiyecek, içecek bulamadım. Zemzemi içtikçe hiç açlık ve susuzluk duymadım.
– Zemzem mübârektir. Aç olanı doyurur.
– Yâ Muhammed! İnsanları neye da’vet ediyorsun?
– Bir olan ve ortağı bulunmayan Allah’a îmân etmeye ve putları terketmeye, benim de Allah’ın Resûlü olduğuma şehâdet etmeye da’vet ediyorum.
Bana İslâmı Bildir
Bunun üzerine Ebû Zer-i Gıfârî Hazretleri:
– Bana İslâmı bildir, dedi.
Peygamber Efendimiz (asm) ona Kelime-i şehâdeti okudu. O da söyleyip, Müslüman oldu. Ebû Zer Müslüman olmanın verdiği büyük bir iştiyâkla dedi ki:
– Yâ Resûlallah! Allah Teâlâ’ya yemîn ederim ki, Müslüman olduğumu Kâ’be’de müşrikler arasında haykırmadıkça memleketime dönmiyeceğim.
Bundan sonra Ebû Zer-i Gıfârî Kâ’be yanına gidip, yüksek sesle:
– Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resûlüh, diye haykırdı.
Bunu işiten müşrikler hemen üzerine hücum ettiler. Taş, sopa ve kemik parçaları ile öyle dövdüler ki, kanlar içinde kaldı.
Bu hâli gören Hz. Abbâs seslendi:
– Bırakın bu adamı, öldüreceksiniz! O sizin ticâret kervanınızın geçtiği yol üzerinde oturan bir kabîledendir. Bir daha oradan nasıl geçeceksiniz?
Böylece Ebû Zer Hazretlerini müşriklerin elinden kurtardı.
Kavminin Yanına Dön!
Müslüman olmakla şereflenmenin verdiği şevkle, öylesine seviniyor ve coşuyordu ki, ertesi gün gene Kâ’be’nin yanında Kelime-i şehâdeti yüksek sesle bağıra bağıra söyledi. Bu sefer de üzerine hücum eden müşrikler, yere yıkılıncaya kadar dövdüler. Yine Hz. Abbâs yetişip, ellerinden kurtardı.
Bundan sonra Peygamber Efendimiz (asm) Ebû Zer-i Gıfârî Hazretlerine buyurdu ki:
– Şimdi kavminin yanına dön! Emrim sana ulaşınca, onu kavmine haber ver! Ortaya çıktığımızın haberi sana geldiği zaman yanımıza dön!
Bu emir üzerine Ebû Zer-i Gıfârî kendi kabîlesi arasına dönüp, onlara İslâmiyeti anlatmaya başladı. Hicrete kadar bu hizmete devam etti.
Ebû Zer-i Gıfârî Hazretleri kavmini İslâmiyete da’vet ediyordu. Birgün kabîlesine, Allah’ın bir ve Muhammed aleyhisselâmın onun Resûlü olduğunu ve bildirdiklerinin hak ve tapmakta oldukları putların bâtıl, boş ve ma’nâsız olduğunu söylemişti. Kendisini dinleyen kalabalıktan bir kısmı, “Olamaz” diye bağrışmaya başladılar. Bu sırada kabîlenin reisi Haffâf, bağıranları susturdu ve dedi ki:
– Durun, dinleyelim bakalım ne anlatacak!
İşte Sizin Taptığınız Şey
Bunun üzerine Ebû Zer Hazretleri şöyle devam etti:
– Ben Müslüman olmadan önce, bir gün Nuhem putunun yanına gidip, önüne süt koymuştum. Bir de baktım ki, bir köpek yaklaşıp, sütü içiverdi. Sonra da putun üzerine pisledi. Görüyorsunuz ki, put köpeğin üzerini kirletmesine mânî olacak güçte bile olmayan bir taş! İşte sizin taptığınız şey! Köpeğin bile hakâret ettiği puta tapmak hoşunuza gidiyorsa, buna çok şaşılır.
Herkes başını eğmiş duruyordu. İçlerinden biri cevap verdi:
– Peki senin bahsettiğin Peygamber neyi bildiriyor. Onun doğru söylediğini nasıl anladın?
Bunun üzerine Ebû Zer Hazretleri, yüksek sesle kalabalığa şöyle hitap etti:
– O, Allah’ın bir olduğunu, O’ndan başka ilâh olmadığını, her şeyi yaratan ve her şeyin mâliki, sahibi olduğunu bildiriyor. İnsanları Allah’a îmân etmeye çağırıyor. İyiliğe, güzel ahlâka ve yardımlaşmaya da’vet ediyor. Kız çocuklarını diri diri gömmenin ve yaptığınız diğer her türlü kötülüğün, haksızlığın, zulmün, çirkinliğini ve bunlardan sakınmayı emrediyor.
Ebû Zer-i Gıfârî Hazretleri İslâmiyeti uzun uzun açıkladı. Kabîlesinin, içinde bulunduğu sapıklığı bir bir sayıp, bunların zararlarını ve çirkinliğini gayet açık bir şekilde anlattı. Onu dinleyenler arasında başta kabîle reisi Haffâf, kendi kardeşi Üneys olmak üzere çoğu Müslüman oldu. Diğerleri ise daha sonra Peygamberimizi (asm) görerek Müslümanlığı kabûl ettiler.
Ebû Zer-i Gıfârî Hazretleri bu hizmetleri yaptığı sırada, İslâmiyet, Mekke’de ve civârında oldukça yayılmıştı. Müşriklerin zulmü de o derece artmış, İslâm uğrunda kanlar dökülmüş, ilk şehîdler verilmişti. İki defa Habeşistan’a, daha sonra Medîne-i Münevvereye hicret yapıldı.
Her Şeyi Sorardı
Ebû Zer Hazretleri de Medîne’ye hicret etti. Peygamber Efendimiz (asm) hicretten sonra Eshâb-ı kirâm arasında kurduğu kardeşlikte Ebû Zer Hazretlerini de Münzir bin Amr Hazretleri ile kardeş yaptı. Daha sonra İslâmı anlatması için tekrar kabîlesi arasına gönderildi.
Ebû Zer-i Gıfârî Hazretleri Hendek savaşından sonra Medîne’ye geldi ve yerleşti. Bundan sonra Peygamber efendimizin yanından ayrılmadı.
Bütün zamanını dîni öğrenmeye ayırdı. İlim öğrenmek husûsunda büyük gayret sahibi idi. Her şeyi Peygamberimize (asm) sorardı. Îmân, ihsân, emir ve yasaklar husûsunda, Kadir Gecesi ve daha birçok husûsların sırlarını, izâhını, namaza dâir ince husûsları ve nice şeyleri Resûlullah (asm)’a bizzat sorarak öğrenmiştir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) Ebû Zer’i çok sever, ona, husûsî iltifât buyururdu. Çok zaman gece geç vakte kadar Resûlullah (asm)’ın huzûrunda kalırdı. Peygamberimizin (asm) mahremi, sır dostu idi. Onunla mahrem meseleleri konuşurdu.
Ayrıca Ebû Zer Hazretleri, Peygamberimizin (asm) mübârek elini öpmek saâdetine kavuşmuştur. Resûlullah Efendimize bi’ât ederken de, “Hak Teâlâ’nın yolunda hiçbir kötüleyicinin kötülemesine aldanmıyacağına, ne kadar acı olursa olsun dâimâ doğru sözlü olacağına” söz vermişti. Ömrünün sonuna kadar hep böyle kaldı. Bu husûsta Resûlullah Efendimiz (asm) buyurdu ki:
– Dünyaya Ebû Zer’den daha sâdık kimse gelmedi.
Tebûk Seferi
Resûlullah (asm)’a anlatılamayacak derecede muhabbeti ve bağlılığı vardı. Bir defasında şöyle demiştir:
– Yâ Resûlallah, benim kalbim yalnız Allah Teâlâ’nın ve sizin muhabbetinizle doludur. Bu muhabbet o derecede ki, insanın kalbi ancak bu kadar muhabbetle dolu olur.
Tebük muharebesinde Ebû Zer-i Gıfârî Hazretlerinin devesi pek zayıf ve dayanıksız olduğu için geride kalmıştı. Yolun ortasında devesi çöküp kalınca, devesinden indi. Eşyasını sırtına yükleyerek orduya yetişmek için yaya yürümeye başladı. Şiddetli sıcak ortalığı kavuruyordu. Bir öğle vakti Ebû Zer orduya yetişti. Resûlullah (asm)’ın yanında bulunan Eshâb-ı kirâm dediler ki:
– Yâ Resûlallah! Tek başına bir adam geliyor.
Resûlullah Efendimiz (asm):
– Ebû Zer midir? Onun olmasını isterim, buyurdular.
Eshâb-ı kirâm dikkatle bakıp Resûlullah (asm)’a dediler ki:
– Yâ Resûlallah, gelen Ebû Zer’dir.
– Allah Ebû Zer’e rahmet eylesin! O, yalnız yaşar, yalnız yürür, yalnız başına vefât eder ve yalnız başına haşrolunur.
Daha sonra Ebû Zer’e:
– Ey Ebû Zer! Niçin geride kaldın, buyurdular.
Her Adımına Karşılık
Ebû Zer, devesinin durumunu anlattı ve bu sebeple geride kaldığını söyledi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz:
– Bana gelip kavuşuncaya kadar, attığın her adımına karşılık, Allah Teâlâ bir günâhını bağışlasın, diye duâ buyurdular.
Ebû Zer-i Gıfârî dünyaya hiç değer vermezdi. Son derece kanâatkâr, fakîr ve yalnız yaşardı. Peygamber Efendimiz (asm) bu sebeple ona, “Mesîh-ül-İslâm” lâkabını vermişti.
Ebû Zer-i Gıfârî Hazretleri, Mekke’nin fethine de kendi kabîlesinin sancağını taşıyarak katılmıştır.
Peygamberimize (asm) tam bağlanıp, onun sevip, beğendiğini seven, sevmediğini ve beğenmediğini sevmeyen Ebû Zer, Resûlullah (asm)’ın vefâtında da yanında bulunmuştur. Peygamberimizin (asm) vefâtından sonra bir köşeye çekilip, son derece mahzûn ve yalnız yaşadı. Hz. Ebû Bekir (ra)’in halîfeliği devrinde de böyle yaşayıp, onun vefâtından sonra Şam’a gitti. Oraya yerleşti.
Bir gün Ebû Zer-i Gıfârî Hazretleri, Kâ’be’nin yanında durarak şöyle dedi:
– Ey ahâli, sizden biri bir yolculuğa çıkacak olsa, azıksız aslâ çıkmaz, mutlaka bir yol hazırlığı yapar. Yanına yiyecek, içecek, para vs. alır. Dünya hayâtında bir yolculuğa çıkan bir insan, azık almadan çıkmazsa, ya âhıret yolculuğuna çıkacak birisi, azıksız nasıl çıkar?
Âhıret Azığı
Orada toplanan ahâli sordu:
– Bizim âhıret azığımız nedir yâ Ebâ Zer?
– Dünyayı iki kısma ayırınız. Birini dünyalık elde etmeye, diğerini de âhıret hazırlığı yapmaya tahsîs ediniz. Üçüncüsü size zararlı olur, fayda vermez.
Ebû Zer-i Gıfârî Hazretleri, Hz. Osman (ra)’ın halîfeliğine kadar Şam’da kaldı. Şam halkına din bilgilerini öğretmekle meşgul oldu. Şüphelilerden ve harâmlardan son derece sakınırdı. Evinde bir günlük nafakasından fazlasını bulundurmaz, hep fakîrlere dağıtırdı.
Bir defasında Şam vâlisi, tecrübe etmek için, hizmetçisi ile akşam on bin dirhem altın göndermişti. Ebû Zer Hazretleri altınları alınca uykusu kaçtı, uyuyamaz hâle geldi. Hemen kalktı ve fakîrlere dağıttı. Yanında tek altın bile saklamadı.
Ertesi gün vâlinin hizmetçisi gelip dedi ki:
– Aman efendim, dün akşam sana getirdiğim altınlar meğerse başkasına gidecekmiş. Yanlışlıkla sana getirmişim. Mümkünse altınları geri alayım, yoksa vâli benden hesap sorar.
Bunun üzerine Ebû Zer-i Gıfârî Hazretleri buyurdu ki:
– Oğlum, onları fakîrlere dağıttım. Sen vâliden iki-üç gün mühlet iste, ben bu parayı hazırlarım, o zaman iâde ederiz.
Vâlinin adamı durumu vâliye anlattı. Vâli, Ebû Zer’in, sözünün eri olduğunu anladı.
Ancak, Ebû Zer’in bir günlük ihtiyaçtan fazlasını bulundurmayıp dağıtmasını ve halkı buna teşvik etmesini, halkın anlamayacağını anlayan vâli, durumu halîfe Hz. Osman (ra)’a mektup ile bildirdi.
Medîne’den Ayrıl!
Bunun üzerine halîfe, Ebû Zer’i Medîne’ye da’vet etti. Ebû Zer, Medîne’ye geldiğinde, evlerin Sel Dağına dayandığını ve refâhın arttığını gördü. Halîfenin huzûruna çıkınca, Hz. Osman (ra)’a, niçin insanların biriktirdikleri malları dağıttırmıyorsun, diye sordu. Bunun üzerine Hz. Osman (ra) buyurdu ki:
– Yâ Ebâ Zer, halkı zühd yoluna zorla sokmak imkânsızdır. Onlar zekâtlarını verdikten sonra, benim vazîfem, onlar arasında Hak Teâlâ Hazretlerinin emriyle hükmetmek ve onları çalışma, iktisat tarafına teşvik eylemektir.
Bunun üzerine Ebû Zer dedi ki:
– Resûlullah (asm) bana “Binalar Sel dağına ulaştığı zaman, sen Medîne’den ayrıl!” diye emretmişlerdi. İzin verirseniz, ben Medîne’den gideyim.
Hz. Osman (ra) müsâade buyurdu. Birkaç koyun ve keçi, yetecek miktarda yiyecek vererek, Medîne-i Münevvere yakınlarındaki Rebeze adındaki köye gitmesini söyledi. Ailesi de Şam’dan buraya gönderildi.
Ebû Zer-i Gıfârî Hazretleri, Rebeze’de, küçük bir kulübeye yerleşti. Gelip geçenlere, hadîs-i şerîf ve dînî bilgiler öğretmeye başladı. Halîfenin hediye ettiği, birkaç koyun ve keçisi vardı. Onlarla hayatını devam ettiriyor, dâimâ Allah’a şükrediyordu.
Elbisen Eskidi
Birgün, muhterem hanımı hatırlattı:
– Elbisen çok eskidi, bir yenisini bulamaz mıyız?
– Bize artık elbise değil, kefen lâzımdır! Üstelik sana, iyi haberlerim var.
– Hayırdır İnşâallah efendi…
– İnşâallah yakında, Allah’ın sevgilisi Peygamber Efendimize (asm) kavuşacağım. Ey ölüm çabuk gel, rûhum Rabbime kavuşmak sevgisiyle çırpınıyor.
Hanımı ağlamaya başladı.
– Niçin ağlıyorsun hanım?
Kadıncağız bir şeyler söylemek için dedi ki:
– Nasıl ağlamıyayım! Gerçekten bir emr-i Hak vâki olsa, vefât etsen, ben buralarda tek başıma ne yaparım? Sonra bir kefen bezimiz bile yok. Ayrıca kadın başıma, seni nasıl defnedebilirim?
– Şimdi bunları bırak da, kapıya çık bakalım! Gelen giden, var mı?
Hanımı gözlerini sildi. Kapı önüne çıktı. Uzaklara, ufuklara baktı, baktı. Issız çöl rüzgârlarından başka, ne gelen vardı, ne giden! Üzüntüyle içeri döndü. Başını salladı:
– Bilirsin ki, hac mevsimi geçti. Bu günlerde, şu ıssız çöle, kimin yolu düşebilir?
– Gelirler! Gelirler! Sen şimdi kalk! Bir keçi kes; pişirmeye başla! İyi kalbli Müslüman cemâ’ati gelince, onlara ikrâm edersin. Sakın, yemeden onları salıverme!
Hanımı, tekrar dışarı çıktı. Gözleri nemli, efendisinin emirlerini yerine getirmeye başladı. Yemek pişirirken yolu da gözlüyordu. İşte bu sırada ufukta, bir toz bulutu belirdi. Bulut yaklaştı, yaklaştı.
Gelenler Var!
Nihâyet atlılar ve develiler, açıkça belli oldular. O zaman kadıncağız buruk bir sevinçle içeri koştu:
– Müjde efendi! Söylediğin gibi, gelenler var!
Yaşlı Sahâbînin gözleri parladı ve dedi ki:
– Elhamdülillah! Çok şükür, geldiler demek. Öyleyse, gel de şu yaşlı vücûdumu, Kıbleye doğru çevirelim.
Sonra Kelime-i Şehâdet getirip vefât etti. Hanımı, efendisinin dediklerini yaptı. Sonra tekrar, kapı önüne çıktı. Yolcular gelmişlerdi.
Bunlar Abdullah bin Mes’ûd, Mâlik bin Eşter ve ba’zı Müslümanlardı. Kadıncağız eliyle, gelenlere evi gösterip sordu:
– Ebû Zer içerde, vefât etti. Onu kefenleyip, ecre, sevâba nâil olmak istemez misiniz?
Bu ismi duyan kâfile mensupları, hep birlikte, Ebû Zer Hazretlerinin hizmetine koştular.
Abdullah bin Mes’ûd’un verdiği kefenle kefenlendi ve cenâze namazını da, Abdullah bin Mes’ûd kıldırdı. Hazırlanan etten de yiyerek hep birlikte Medîne’ye döndüler. Çoluk çocuğunu Hz. Osman (ra) himâyesine aldı.
Hz. Ömer (ra), halîfeliği zamanında birgün arkadaşları ile oturmuş sohbet ediyordu. Bu sırada iki genç huzûruna geldi. Yanlarında kollarından sıkıca tuttukları bir genç vardı. Kollarından tutulan genç, temiz giyimli mert birine benziyordu. Biri geliş sebeplerini şöyle anlattı:
– Bu genç, babamızı öldürdü. Bunun muhâkeme edilmesini istiyoruz.
Üç Gün Mühlet Ver
Hz. Ömer (ra), her iki tarafın da ifâdelerini aldı. Hâdisenin nasıl cereyân ettiği iyice öğrenildikten sonra kâtil genç suçlu görülerek idâma mahkûm edildi.
Delikanlı kararı sükûnetle dinledikten sonra, dedi ki:
-Siz, mü’minlerin emîrisiniz. Emriniz başımızın üzerinedir. Kararın yerine getirilmesine hazırım. Ancak, babam vefât etmezden önce paralarını ayırmış, bana, “Oğlum, şunlar senin, şunlar da kardeşinindir. Büyüyünceye kadar sen muhâfaza et! Büyüyünce kendisine verirsin.” diye vasiyet etmişti. Ben de bu paraları bir yere gömdüm. Şimdi karar infaz edilirse, bu paralar orada kalır. Çünkü benden başka yerini bilen yoktur. Yetim hakkı zâyi olur. Bana üç gün müsaade ederseniz gider emâneti ehil birine teslim ederim. Sonra da gelir teslim olurum.
Hz. Ömer (ra):
-Yerine bir kefil bırakman lâzım, buyurdu.
-Burada bulunanlardan biri bana kefil olur?
-Kefilini göster!
Genç, orada bulunanların yüzüne dikkatlice baktı. Sonra Ebû Zer Gıfarî Hazretlerini göstererek:
– İşte bu zât kefil olur, dedi.
Hz. Ömer (ra):
– Ey Ebû Zer, kefil olur musun?
– Evet, üç güne kadar döneceğine ben kefil olurum.
Aradan üç gün geçti. Mühlet bitmek üzereydi. Da’vâcı gençler gelmiş fakat, suçlu genç gelmemişti. Da’vâcılar dedi ki:
– Ey Ebû Zer, kefil olduğun genç gelmedi. Madem o gelmedi, sen onun kefili olarak, onun cezâsını çekmedikçe buradan ayrılmayız.
Ebû Zer Hazretleri gayet sakin bir şekilde:
– Daha vakit var, sürenin sonuna kadar bekleyin bakalım. Eğer gelmezse, ben hazırım.
Sözünde Durdu
Nihâyet bildirilen vakit doldu. Ebû Zer Hazretleri de ortaya çıkıp, cezâsının infazını istedi. Tam bu sırada, toz duman içinde birinin gelmekte olduğunu gördüler. Gelen, o gençten başkası değildi.
Genç geciktiği için özür dileyerek:
– Parayı bulup dayıma teslim ettim. Kardeşimi de ona emânet ettim. Dayımın yeri haylı uzak olduğu için ancak bu zamanda gelebildim.
Orada bulunanlar, gencin sözünde durmasına hayran kaldılar. Bu husûsu kendisine söylediklerinde:
– Mert olan hakîki Müslüman sözünde durur. Arkamdan, “Artık dünyada sözünde duran kalmadı.” dedirtmem.
Ebû Zer Hazretlerine, genci tanımadığı hâlde neden kefil olduğunu sorduklarında:
– Genç bana güvenerek, “Bu bana kefil olur.” dedi. Bunu reddetmeyi mürüvvete, insanlığa sığdıramadım. “Âlemde fazîlet, iyilik kalmamış.” dedirtmem.
Bu durumu gören da’vâcılar:
– Biz de “Bu dünyada kerem sahibi, cömert kalmadı.” dedirtmeyiz. Allah rızâsı için, da’vâmızdan vazgeçtik, ölenin vârisleri olarak affettik, dediler.
Peygamber Efendimiz (asm) Ebû Zer Hazretleri hakkında buyurdu ki:
– Benim ümmetimde Ebû Zer, Meryem oğlu İsâ’nın zühdüne sahiptir. Bu fıtrat üzere yaratılmıştır. İsâ aleyhisselâmın tevazuuna bakmak kendisini mesrur eden kimse, Ebû Zerr’e nazar eylesin.
Ebû Zerr-il Gıfârî Peygaberimiz (asm)’den bizzat işiterek 281 hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Kendisinden Enes bin Mâlik, İbn-i Abbas, Hâlid bin Vehba, Zeyd bin Vehb, Hurşe bin Hurr, Cübeyr bin Nüfeyr, Ahnef bin Kays, Abdullah bin Samit, Amr bin Meymun ve daha çok sayıda hadîs âlimi, hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ondan rivâyet edilen bu hadîs-i şerîfler Kütüb-i sitte denilen meşhur altı hadîs kitabında yer almıştı Kaynaklar: 1) Hilyet-ül-evliyâ, 1/156. 2) Tabakât-ı İbn-i Sa’d 1/219, 2/354. 3) El-A’lâm, 2/140. 4) Tehzîb-üt-tehzîb 12/90. 5) El-İsâbe 4/62.

Loading

725 - 1
DİKKAT: Hakaret, küfür, tehdit içeren mesajlarla ilgili gerekli yasal işlemler yapılır. Tüm gönderilerde IP adresleri ve gönderim tarihi sistem tarafından kaydedilmektedir. Soru veya mesaj göndermeden önce nezaket kurallarına dikkat ediniz.

Aşağıdaki formu doldururken isim kısmında takma ad veya rumuz kullanabilirsiniz. İnternet sitesi kısmını boş bırakınız. Gerekli alanlar * ile işaretlenmiştir. Eposta adresiniz yayımlanmaz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir


Bir yanıt yazın